SIFATLARI TEVİL ETMEK BİR CEHMİYE BİDATIDIR VE SELEF BUNDAN UZAKTIR!
Bismillahirrahmanirrahim,
Günümüzde bazı kimseler, yukarda bahsi geçen bazı haberleri kalkan edinerek seleften az da olsa sıfatları tevil edenler olduğunu ileri sürmektedirler. Buradaki tevilden kasıd, lafzı zahiri manasından uzaklaştırmak ve zahirine yani akla gelen ilk manaya muhalif başka batini bir manaya hamletmek demektir. Bu manada Allahın sıfatlarını tevil etmek, yani zahirini kabul ettiğimiz takdirde teşbihe, mahlukatın sıfatlarına benzetmeye yol açar kaygısıyla –mesela- elden kasdın kuvvet ve kudret olduğunu, gözden kasdın görmek olduğunu, istivadan kasdın istila olduğunu söylemek gibi şeylerin hepsi seleften sonraki dönemlerde Cehmiye, Mutezile ve benzeri dalalet fırkaları tarafından icad edilmiş görüşlerdir. Sonradan Ehli sünnete bağlılık iddiasında bulunan Eşari ve Maturidi fırkalarına mensup bazı kimseler de bu görüşü benimsemişlerdir. Tevil fikri Ehli sünnete intisab eden çevrelerde de bu şekilde yayılmaya başladıktan sonra bu kimseler bidat ehlinden aldıkları bu batıl görüşü kuvvetlendirmek amacıyla selefin arasında da sıfatları tevil edenler bulunduğunu ileri sürmüşler ve de iddialarına delil olarak yukarda zikri geçen haberleri ve emsallerini getirmeye çalışmışlardır. Halbuki mezhepler tarihine vakıf olan her tahkik ehli kimse sıfatların tevilinin ancak kelam ilmi ortaya çıktıktan ve Cehmiye gibi bidat fırkaları sıfatlar meselesinde ileri geri konuşmaya başladıktan sonra zuhur etmiş bir anlayış olduğunu teslim ederler. Öyle ki Eşari ve Maturidilerin muhakkikleri dahi selefin tevile gitmediğini, tevilin halef döneminde zuhur ettiğini kabul ederler. Bu kimseler, her ne kadar selefe batıl tefvid fikrini yani sıfat nasslarının zahiri manalarını reddedip batini manasını da Allaha havale etme düşüncesini izafe ederek hata etseler de en azından selefin tevile gitmediğini açıkça beyan etmişlerdir. Mesela Nureddin es-Sabuni, (v. 580), Maturidi akidesine dair el-Bidaye fi Usul’id Din adlı eserinde şöyle demiştir:
“Mücessime ile Müşebbihenin, zâhirleriyle istidlal ettikleri bazı müteşâbih âyetler ve haberler mevcuddur. Ehl-i sünnet ve cemâatin bu konuda takib ettiği iki yol vardır:
Birincisi, bu nevi' nassları kabul ve tasdik etmek ve tevilini Allah'a tefvid (havale) etmek, bir de yüce Allah'ı zâtına lâyık olmayacak şeylerden tenzih etmek. Bu, Selef-i sâlihînin yoludur (Allah onlardan râzî olsun).
İkincisi, bu nasslan kabul etmekle beraber Allah'ın zâtına lâyık olacak ve Arap dilini konuşanların kullanımına uygun düşecek şekilde nassların te'vilini araştırmak. Bununla beraber yapılan te'vilin ille de Allah'ın muradı olduğuna kesinlikle hükmetmemek (Bu da Halefin benimsediği yoldur).
Selef metodu daha selametli, halef metodu ise daha sağlam ve kullanışlıdır!” (Bkz. Maturidiye Akadi, sf 70, Diyanet yay.)
Görüldüğü üzere her ne kadar selefin mezhebini tefvid olarak yorumlasa da neticede tevilin halefe ait bir yol olduğunu ikrar etmektedir. Tabi ondan sonra da selef ve halef yollarını birbirine mukayese edip halefin yolunun bazı açılardan seleften üstün olduğunu ima etmektedir.
Eşarilerden “İbrahim el Beycuri” (v. 1277) ise Cevheret’ut Tevhid adlı Eşari nazmına yazdığı şerhte, selefin mezhebinin tefvid olduğunu, halefin mezhebinin ise tevil olduğunu iddia ediyor ve ondan sonra da şöyle diyor:
“Muhaliflere karşı daha çok açıklama ve reddiye içerdiğinden dolayı Halefin yolu daha akıllıca ve alimcedir ve de tercih edilen görüştür. Bundan dolayı musannif tevili ilk başta zikretmiştir. Mana tayin etmekten uzaklaşıldığı için ise Selefin yolu daha selametlidir. Zira o (teville ifade edilen mana) Allahu Teala’nın muradı olmayabilir.”
(Rabb’ul aleminden bu bidatı ortaya atanlara layık olduğu şekliyle muamele etmesini diliyoruz.) Beycuri, ardından selef ve halefin mezheplerinin bu tarz nassları zahiri üzere almamak noktasında ittifak ettiklerini, –ki buna icmali (genel) tevil adını veriyor- ardından selefin bu naslardan kasdedilen muradı Allaha havale ettiğini, halefin ise açıklama cihetine gittiğini ve saire iddia ediyor. (Tuhfet’ul Murid Şerhu Cevheret’it Tevhid, Beycuri, sf 104)
Görüldüğü gibi Beycuri birçok batıl kelam etse de en azından selefin tevile dalmadığını itiraf etmiş olmaktadır. Selefin sıfatları tevil etmediğine dair batıl ehlinden daha bir çok nakil yapılabilir, ancak bu ikisi bu hakikatin onlar nezdinde dahi kabul edilen bir husus olduğunu göstermesi açısından inşallah kafi gelecektir.
Selefin mezhebinin sıfatları zahirleri üzere kabul etmek ve gerek icmali, gerekse tafsili tevili reddetmek üzere bina edildiğine ve de sıfatları zahir manalarından çıkartarak tevil etmenin Cehmiye, Mutezile gibi fırkaların icad ettiği bir bidat olduğuna dair alimlerden sayılamayacak kadar çok nakil yapılabilir. Bunlardan belli başlılarını zikretmek istiyoruz.
1- Ebu Hanife (v. 150): Kendisine nisbet edilen “Fıkh’ul Ekber” adlı eserde şöyle demektedir:
وله يد ووجه ونفس كما ذكره الله تعالى في القرآن، فما ذكره الله تعالى في القرآن، من ذكر الوجه واليد والنفس فهو له صفات بلا كيف، ولا يقال: يده قدرته أو نعمته، لأن فيه إبطال الصفة، وهو قول أهل القدر والاعتزال
“Allahu Teala’nın Kuran’da zikrettiği gibi Onun eli, yüzü ve nefsi vardır. Allahu Teala’nın Kuran’da zikrettiği yüz, el ve nefis Onun keyfiyeti, nasıllığı sorgulanamayacak olan sıfatlarıdır. Onun eli kudretidir veya nimetidir, denilemez. Çünkü bunda sıfatın iptali sözkonusudur. Bu, kader ve itizal ehlinin (yani Kaderiye ve Mutezile’nin) görüşüdür!”
Açıkça görüldüğü üzere bugün Ehli sünnetin halefinin ve de seleften bir cemaatin görüşü gibi lanse edilen sıfatların tevili görüşünün sıfat inkarcısı Mutezile ve kader inkarcısı Kaderiye mezheplerine ait bir görüş olduğunu açıkça tasrih etmektedir. Seleften bir cemaatin sıfatları tevil ettiğini iddia edenlere göre Ebu Hanife (ra) selef alimlerini mi Kaderi ve Mutezili olmakla vasıflamaktadır?!
2- Muhammed bin Hasen eş-Şeybani (v. 189): Ebu Hanife’nin öğrencisi olan bu alimin konuyla alakalı kavlini İbn Kudame (rh.a) isnadıyla şu şekilde nakletmektedir:
أخبرنَا الشَّيْخ أَبُو بكر عبد الله بن مُحَمَّد بن أَحْمد النقور أَنبأَنَا أَبُو بكر أَحْمد بن عَليّ بن الْحسن الطريثيثي إِذْنا قَالَ أخبرنَا أَبُو الْقَاسِم هبة الله بن الْحسن الطَّبَرِيّ قَالَ أَنبأَنَا أَحْمد بن مُحَمَّد بن حَفْص أَنبأَنَا أَحْمد بن مُحَمَّد بن الْمسلمَة حَدثنَا سهل بن عُثْمَان بن سهل قَالَ سَمِعت إِبْرَاهِيم بن الْمُهْتَدي يَقُول سَمِعت دَاوُد بن طَلْحَة يَقُول سَمِعت عبد الله بن أبي حنيفَة الدوسي يَقُول سَمِعت مُحَمَّد بن الْحسن يَقُول اتّفق الْفُقَهَاء كلهم من الشرق إِلَى الغرب على الْإِيمَان بِالْقُرْآنِ وَالْأَحَادِيث الَّتِي جَاءَ بهَا الثِّقَات عَن رَسُول الله صلى الله عَلَيْهِ وَسلم فِي صفة الرب عز وَجل من غير تَفْسِير وَلَا وصف وَلَا تَشْبِيه فَمن فسر شَيْئا من ذَلِك فقد خرج مِمَّا كَانَ عَلَيْهِ النَّبِي صلى الله عَلَيْهِ وَسلم وَفَارق الْجَمَاعَة فَإِنَّهُم لم يصفوا وَلم يفسروا وَلَكِن آمنُوا بِمَا فِي الْكتاب وَالسّنة ثمَّ سكتوا فَمن قَالَ بقول جهم فقد فَارق الْجَمَاعَة لِأَنَّهُ وَصفه بِصفة لَا شَيْء
“(İsnadı zikrettikten sonra) Doğudan batıya kadar bütün fakihler Kur’an’a ve güvenilir kimselerin Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den naklettiği Rabb Azze ve Celle’nin sıfatları hakkındaki hadislere tefsir etmeksizin, vasfetmeksizin, teşbih yani benzetme yapmaksızın iman etmek hususunda ittifak etmişlerdir. Her kim bunlardan herhangi bir şeyi tefsir eder, yorumlarsa Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’in üzerinde bulunduğu yoldan dışarı çıkıp cemaatten ayrılmış olur. Zira onlar (yani selef cemaati) bu sıfatları vasfetmemiş ve tefsir de etmemişlerdir. Lakin Kitap ve Sünnette geçen hususlara iman edip susmuşlardı. Şu halde her kim Cehm’in görüşünü savunursa o kimse cemaatten ayrılmıştır. Zira o kimse Allah’ı hiçbir şey olmamakla vasfetmiştir.” (Zemm’ut Tevil, sf 14)
Açıkça görüldüğü üzere selef alimlerinin sıfatları tefsir yani tevil etmeme hususunda icma ettiğini ve buna muhalefet eden kişinin ancak Cehm bin Safvan’a tabi olmuş olacağını ifade etmektedir. İmam Muhammed (ra)’ın tefsir etmeksizin sözlerinden kasdın tevilcileri reddetmek olduğu açıktır. Nitekim kavlin sonunda Cehmiye’yi tenkid etmesi bunu göstermektedir. Çünkü Cehmiye, sıfatları tevil etme işini ihdas eden zümredir. Buradaki nehyedilen tefsirden kasıd, selefin yaptığı gibi sıfatları zahiri manaları üzere tefsir etmek değildir, bilakis Cehmiye’nin yaptığı türden zahire muhalif tefsirlerdir, çünkü Şeyh (rh.a) bu sözü Cehmiye’yi reddetme amacıyla zikretmektedir.
3- Velid bin Muslim (v. 194) ve seleften bir cemaat: Onun ve selefin meşhur imamlarının bu husustaki görüşünü Acurri şu şekilde nakletmiştir:
حَدَّثَنَا أَبُو سَعِيدٍ أَحْمَدُ بْنُ مُحَمَّدِ بْنِ زِيَادٍ قَالَ: نا أَبُو حَفْصٍ عُمَرُ بْنُ مُدْرِكٍ الْقَاصُّ قَالَ: حَدَّثَنَا الْهَيْثَمُ بْنُ خَارِجَةَ قَالَ: نا الْوَلِيدُ بْنُ مُسْلِمٍ قَالَ: سَأَلْتُ الْأَوْزَاعِيَّ , وَالثَّوْرِيَّ , وَمَالِكَ بْنَ أَنَسٍ , وَاللَّيْثَ بْنَ سَعْدٍ: عَنِ الْأَحَادِيثِ الَّتِي فِيهَا الصِّفَاتُ؟ فَكُلُّهُمْ قَالَ: «أَمِرُّوهَا كَمَا جَاءَتْ بِلَا تَفْسِيرٍ»
(İsnadı zikrettikten sonra) Velid bin Müslim diyor ki: Ben, Evzai, Süfyan es-Sevri, Malik bin Enes ve Leys bin Sa’d’a bu sıfatlar hakkındaki hadisleri sorduğum zaman hepsi şöyle dediler: ‘Onları tefsir etmeden, geldikleri gibi kabul edip geçin!’ (eş-Şeria, 3/1146 no: 720; ayrıca İbn Batta, el-İbane, 7/241, İbn Abdilberr, el-İstizkar, 2/513)
İşte bu, selef nezdinde meşhur olan görüştür ve muhalifi bilinmemektedir. Tefsir etmeden, geldikleri gibi kabul etmek açıkça zahiri manaları üzere kabul edip buna muhalif tevillere dalmamak manasına gelmektedir.
4- Veki bin Cerrah (v. 197) ve seleften bir cemaat: Darakutni, bu hususta onun ve diğer selef imamlarının görüşünü şu şekilde nakletmektedir:
حَدَّثَنَا مُحَمَّدُ بْنُ مَخْلَدٍ، ثنا الْعَبَّاسُ بْنُ مُحَمَّدٍ الدُّورِيُّ، قَالَ: سَمِعْتُ يَحْيَى بْنَ مَعِينٍ، يَقُولُ: شَهِدْتُ زَكَرِيَّا بْنَ عَدِيٍّ يَسْأَلُ وَكِيعًا فَقَالَ: يَا أَبَا سُفْيَانَ إِنَّ هَذِهِ الْأَحَادِيثُ يَعْنِي مِثْلَ الْكُرْسِيِّ مَوْضِعِ الْقَدَمَيْنِ وَنَحْوَ هَذَا، فَقَالَ وَكِيعٌ: «أَدْرَكْنَا إِسْمَاعِيلَ بْنَ أَبِي خَالِدٍ، وَسُفْيَانَ، وَمَسْعُودًا يُحَدِّثُونَ بَهَذِهِ الْأَحَادِيثِ وَلَا يُفَسِّرُونَ شَيْئًا»
“Bize Muhammed bin Mahled tahdis etti ve dedi ki: Bize Abbas bin Muhammed ed-Duri tahdis etti ve dedi ki: Ben Yahya bin Main’i şöyle derken işittim: Zekeriya bin Adiyy’i Veki’ye sorarken işittim, şöyle demişti: Ey Ebu Süfyan! Bu hadisler yani Kürsi’nin iki ayağın konulduğu yer olması ve benzerleri gibi… Veki, bunun üzerine şöyle dedi: Biz İsmail bin Ebi Halid, Süfyan ve Mesud’a ulaştık. Onlar bu haberleri naklediyorlar ve hiç birini tefsir etmiyorlardı.” (es-Sifat, no: 58)
Selefin bu tarz sözlerindeki muradları Cehmiye ve emsalinin yaptığı batıl tevillerdir. Veki (ra) bu surette önde gelen selef imamlarının “Kürsi, Rabb Teala’nın ayaklarını koyduğu yerdir” hadisi ve benzeri hadislerin hiç birini tevil etmeye kalkışmadığını ifade etmektedir ki bu da bu tarz tevillerin selef nezdinde tanınmayan, bilinmeyen bir şey olduğunu gösterir.
5- İmam Şafii (v. 204): İbn Ebi Ya’la (rh.a), “Tabakat’ul Hanabile” adlı eserinde İmam Şafii’nin şöyle dediğini nakletmektedir:
قرأت عَلَى المبارك قلت: له أخبرك مُحَمَّد بْن عَلِيِّ بْنِ الفتح قَالَ: أَخْبَرَنَا عَلِيّ بْن مردك قَالَ: أَخْبَرَنَا عَبْد الرَّحْمَنِ بْن أبي حاتم قَالَ: حَدَّثَنَا يونس ابن عبد الأعلى المصري قَالَ: سمعت أبا عَبْد اللَّه مُحَمَّد بْن إِدْرِيسَ الشافعي يقول وقد سئل عَنْ صفات اللَّه وما ينبغي أن يؤمن به فقال: لله تَبَارَكَ وَتَعَالَى أسماء وصفات جاء بها كتابه وأخبر بها نبيه - صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ - أمته لا يسمع أحدًا من خلق اللَّه قامت عليه الحجة أن القرآن نزل به وصح عنه بقول النَّبِيّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فيما روى عنه العدل فإن خالف ذلك بعد ثبوت الحجة عليه فهو بالله كافر فأما قبل ثبوت الحجة عليه من جهة الخبر فمعذور بالجهل لأن علم ذلك لا يدرك بالعقل ولا بالروية والفكر
“Mübarek’e kıraat ettim (okudum) ve dedim ki: Sana Muhammed bin Ali bin el Feth haber verdi ve dedi ki: Bize Ali bin Merdek haber verdi ve dedi ki: Bize Abdurrahman bin Ebi Hatim haber verdi ve dedi ki: Bize Yunus bin Abd’il A’la el-Mısri tahdis etti ve dedi ki: Muhammed bin İdris eş-Şafii’yi, kendisine iman edilmesi gereken Allah’ın sıfatları hakkında sorulduğunda şöyle derken işittim:
“Allah’ın isim ve sıfatları vardır. Kitabında bunlar gelmiş, Onun Nebisi (sallallahu aleyhi ve sellem) de bunu ümmetine haber vermiştir. Allahın yarattıklarından her kim buna dair Kuranda nazil olan ve de Nebi’nin (sallallahu aleyhi ve sellem) sözü adil kimselerden sahih olarak rivayet edilen hususları işitir ve kendisine hüccet ikame olunursa o da kendisine hüccet geldikten sonra buna muhalefet ederse o kimse Allahı inkar etmiştir. Ancak haber yönünden hüccetin ulaşmasından önce onlardan bir şeye muhalefet etse, cehaleti yüzünden ma’zur görülür. Çünkü isim ve sıfatların bilgisi akıl, görüş ve fikirle idrak edilemez…”
Şafii (ra) sözlerine şu şekilde devam etmektedir:
ونحو ذلك أخبار اللَّه سبحانه وَتَعَالَى أتانا أنه سميع وأن له يدين بقوله " بَلْ يَدَاهُ مبسوطتان " وأن له يمينا بقوله " وَالسَّمَوَاتُ مطويات بيمينه " وأن له وجها بقوله " كُلُّ شيء هالك إلا وجهه " وقوله " وَيَبْقَى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الجلال والإكرام " وأن له قدما بقول النَّبِيّ - صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ -: " حتى يضع الرب فيها قدمه " يعني جهنم وأنه يضحك من عبده المؤمن بقول النَّبِيّ - صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ - للذي قتل فِي سبيل اللَّه " إنه لقي اللَّه وهو يضحك " إليه وأنه يهبط كل ليلة إلى سماء الدنيا بخبر رَسُول اللَّهِ - صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ - بذلك وأنه ليس بأعور بقول النَّبِيّ - صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ -: " إذ ذكر الدجال فقال: إنه أعور وإن ربكم ليس بأعور " وأن المؤمنين يرون ربهم يوم القيامة بأبصارهم كما يرون القمر ليلة البدر وأن له إصبعا بقول النَّبِيّ - صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ -: " ما من قلب إلا وهو بين إصبعين من أصابع الرحمن عَزَّ وَجَلَّ " فإن هذه المعاني التي وصف اللَّه بها نفسه ووصفه بها رسوله - صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ - مما لا يدرك حقيقته بالفكر والروية فلا يكفر بالجهل بها أحد إلا بعد انتهاء الخبر إليه بها فإن كان الوارد بذلك خبرًا يقوم فِي الفهم مقام المشاهدة فِي السماع وجبت الدينونة عَلَى سامعه بحقيقته والشهادة عليه كما عاين وسمع من رَسُول اللَّهِ - صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وسلم - ولكن يثبت هذه الصفات وينفي التشبيه كما نفي ذلك عَنْ نفسه تعالى ذكره فقال: " لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السميع البصير ".
"İşte bu şekilde Allah (Subhanehu ve Teala)’nın kendisi hakkındaki şu tarz haberleri bize gelmiştir: O, Semi’dir (İşitendir) Onun iki eli vardır “Bilakis Onun iki eli de açıktır” (Maide: 64) Yine Onun sağ eli vardır “Gökler Onun sağ elinde dürülmüştür” (Zümer: 67) Keza Onun vechi (yüzü) vardır: “Onun vechi haricinde her şey helak olmaya mahkumdur” (Kasas: 88) “Sadece Rabbinin ikram ve celal sahibi olan vechi baki kalacaktır” (Rahman: 27) Yine Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’in kavlinde zikredildiği gibi Onun ayağı vardır: “Nihayet Rabb Teala cehenneme ayağını koyar” Keza O, Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Allah yolunda öldürülen kişiyle alakalı şu kavlinde beyan buyrulduğu üzere mümin kuluna güler: “O, Allah’ın huzuruna çıktığında Onu güler bir halde bulur” Aynı şekilde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in haber verdiği gibi O, her gece dünya semasına iner. Yine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Deccal’le alakalı şu kavlinde haber verdiği üzere O, tek gözü kör değildir: “Deccal’in tek gözü kördür lakin Rabbiniz tek gözü kör değildir” Aynı şekilde müminler kıyamet günü Rabblerini tıpkı dolunayı gördükleri gibi göreceklerdir. Ayrıca Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şu kavlinde olduğu gibi Onun parmakları da vardır: “Hiçbir kalp yoktur ki Rahman’ın parmaklarından iki parmağın arasında olmasın” İşte Allahın kendisini vasfettiği, keza Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in vasfettiği bu manalar ki bunların hakikatleri akılla, görüşle ve fikirle kavranamaz; işte kendisine haber ulaşmadığı müddetçe cehaletten dolayı bu hususta hiç kimse tekfir edilemez. Kendisine bu konulardaki haberler ulaşan kimse bunları kavrama hususunda bizzat bunları işitme yoluyla müşahede eden kimsenin makamındadır. Bu haberleri işiten kimseye düşen; tıpkı bunları Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den bizzat görmüş ve işitmiş olan bir kimse gibi bu haberleri hakikati üzere din edinmek (hakiki manaları üzere onlara inanmak) ve onlara şahitlik yapmaktır. Lakin bu sıfatları kabul etmekle beraber teşbihi (kullara benzetmeyi) de reddeder. Tıpkı Allahu teala’nın kendi nefsinden bunu nefyettiği gibi: “Onun benzeri hiçbir şey yoktur, O İşitendir, Görendir.” (Şura: 11)
(İbn Ebi Ya’la bu haberi kendi senediyle Tabakat’ul Hanabile 1/283’te rivayet etmiştir. Ebu Tahir es-Silefi, es-Selasun min’le Meşihat’il Bagdadiyye adlı eserinde no: 6’da kendi senediyle İbnu Ebi Hatim ve Yunus bin Abd’il A’la tarikiyle İmam Şafii’den rivayet etmiştir. Bunun İbnu Ebi Hatim’in Menakıbu Şafii adlı eserinde geçtiği zikredilmektedir. Bkz. Feth’ul Bari 13/407)
Görüldüğü üzere Şafii (ra) önce el, yüz, göz, ayak gibi sıfatları tıpkı işitme sıfatını kabul ettiği gibi kabul etmekte ve ardından bütün bunların hakiki manada olduğunu yani burada zahirine muhalif tevil veya mecaza gidilemeyeceğini şu sözleriyle ifade etmektedir:
وجبت الدينونة عَلَى سامعه بحقيقته والشهادة عليه كما عاين وسمع من رَسُول اللَّهِ - صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وسلم –
“Bu haberleri işiten kimseye düşen; tıpkı bunları Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den bizzat görmüş ve işitmiş olan bir kimse gibi haberleri hakikati üzere din edinmek (hakiki manaları üzere onlara inanmak) ve onlara şahitlik yapmaktır.”
İşte bu, Şafii’nin sıfatları hakiki manada kabul ettiğini ve buna muhalif tevil ve tefvid akidelerinden beri olduğunu açıkça göstermektedir. Zira hakiki mana, zahiri mana demek olup mecazi mananın ve buna bağlı tevilin zıddıdır. Şafii’nin bu hususta muhalif olanların hüccet ikamesinden sonra tekfir edileceğini bildirmesi bu meseleyi akidevi bir mesele olarak gördüğünü göstermektedir. Eğer bu sıfatların hakiki manaları üzere kabulü selef nezdinde ihtilaflı bir konu olsaydı muhalifin küfre ve sapıklığa nisbet edileceği meseleler arasında sayılmaması icab ederdi.
6- el-Humeydi (v. 219): Buhari’nin hocası olan bu zat, “Usul’us Sunne” adlı eserinde şöyle demektedir:
وما نطق به القرآن والحديث مثل : } وقالت اليهود يد الله مغلولة غلت أيديهم { [ المائدة 64] ومثل } والسموات مطويات بيمينه { [الزمر :67] وما أشبه هذا من القرآن والحديث لا نزيد فيه ولا نفسره ، نقف على ما وقف عليه القرآن والسنة ونقول }الرحمن على العرش استوى { [طه :5] ومن زعم غير هذا فهو معطل جهمي .
Kur’an ve Hadiste bahsedilen şu nasslar gibi:
"Yahudiler, Allah'ın eli bağlıdır (sıkıdır), dediler." (el-Ma’ide 5/64)
Ve şu ayette de olduğu gibi:
"Yeryüzü Kıyamet Günü'nde bütünüyle O’nun avucundadır." (ez-Zümer 39/67)
Ve de Kur’an ve Sünnet’de bulunan buna benzer diğer nasslar. Biz, bunlara ne ekleme yaparız ne de tefsir ederiz, ancak Kur’an ve Sünnet’in durduğu yerde dururuz ve şöyle deriz:
"Rahman (olan Allah) arşa istiva etmiştir." (Ta-Ha 20/5)
(Bu konuda) bundan başka bir şeyi ileri süren Mu’attıl Cehmi’dir.”
Görüldüğü üzere Humeydi (ra) bu bahsettiği şekilde yapmayanların yani nassın durduğu yerde durmayıp nassı tefsir etmeye, açıklamaya, bundan kasıd budur demeye yani kısacası tevil etmeye kalkışanların sıfat inkarcısı Cehmi olduğunu söylemektedir. Humeydi’nin nassın durduğu yerde durmak gerektiğine dair sözü sıfatların zahirleri üzere kabul edilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Böylece anlaşılıyor ki imamın tefsirden kasdı, Cehmiye’nin yaptığı tarzdan batıl tefsirlerdir yoksa Arap dilindeki zahiri manaya göre yapılan tefsir değildir. Çünkü Cehmiye, hadis ehlinin yaptığı gibi zahire göre bir tefsir yapmamış, bilakis zahiri manaya muhalif tefsir yapmıştı. O yüzden bu imamın ve diğer imamların sözlerinde sıfatları zahirlerine göre tefsir edenlerin kınanması sözkonusu değildir.
7- Ebu Ubeyd Kasım bin Sellam (v. 224): Meşhur imamlardan olan bu zat Lugat alimi Ezheri (v. 370)’in naklettiğine göre şöyle demektedir:
وَأَخْبرنِي مُحَمَّد بن إِسْحَاق السعديّ عَن الْعَبَّاس الدُّورِيّ أَنه سَأَلَ أَبَا عبيدٍ عَن تَفْسِيره وَتَفْسِير غَيره من حَدِيث النُّزُول والرؤية فَقَالَ: هَذِه أحاديثُ رَوَاهَا لنا الثِّقاتُ عَن الثّقات حَتَّى رفعوها إِلَى النَّبِي عَلَيْهِ السَّلَام؛ وَمَا رَأينَا أحدا يفسِّرها، فَنحْن نؤمن بهَا على مَا جَاءَت وَلَا نفسِّرها.
“Bana Muhammed bin İshak es-Sa’di’nin, Abbas ed-Duri’den haber verdiğine göre o, Ebu Ubeyd’e nüzul ve rüyet hadisleri hakkında kendisinin ve de başkalarının yaptığı tefsirleri ve açıklamaları sormuş, bunun üzerine Ebu Ubeyd şöyle demiştir: Bu hadisleri güvenilir kimseler, yine güvenilir kimselerden rivayet etmişler nihayet Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’e kadar ref etmişler, çıkarmışlardır. Biz hiç kimsenin bunları tefsir ettiğini görmedik. Biz onlara bize geldiği şekilde iman ederiz ve onları tefsir etmeyiz.”
Ezheri, bunu rivayet ettikten sonra İmam’ın kavlini şöyle yorumlamaktadır:
أَرَادَ أَنَّهَا تُترك على ظَاهرهَا كَمَا جَاءَت.
“Sıfatların geldikleri gibi zahirleri üzere bırakılacaklarını kasdetmiştir.” (Tehzib’ul Luga, 9/56)
Ebu Ubeyd’in ‘Biz hiç kimsenin bunları tefsir ettiğini görmedik.’ İfadesi sıfatlarının tefsirinin yani tevilinin terkedilmesinin bütün selefin icması olduğunu göstermektedir. Seleften az da olsa buna muhalif şeyler nakledilmiş olsaydı Ebu Ubeyd gibi muhaddis bir imam bunu tesbit ederdi. Ezheri’nin sözünden ise sıfatları tefsir etmemekten kasdın onları zahirlerine muhalif bir şekilde tevil etmeye ve açıklamaya kalkışmamak olduğu ve zahiri üzere mana vermenin bu nehyedilen tefsir kapsamına girmeyeceği anlaşılmaktadır.
8- İshak bin Rahuye (v. 237): Selefin meşhur imamlarından olan bu zat, sıfatlar hakkındaki uzun bir sözünde bir yerde şöyle demektedir:
فَمَنْ جَهِلَ مَعْرِفَةَ ذَلِكَ حَتَّى يَقُولَ إنَّمَا أَصِفُ مَا قَالَ اللَّهُ وَلَا أَدْرِي مَا مَعَانِي ذَلِكَ حَتَّى يُفْضِيَ إلَى أَنْ يَقُولَ بِمَعْنَى قَوْلِ الْجَهْمِيَّةِ يَدٌ نِعْمَةٌ وَيَحْتَجْ بِقَوْلِهِ أَيْدِينَا أَنْعَامًا وَنَحْوَ ذَلِكَ فَقَدْ ضَلَّ عَنْ سَوَاءِ السَّبِيلِ. هَذَا مَحْضُ كَلَامِ الْجَهْمِيَّةِ حَيْثُ يُؤْمِنُونَ بِجَمِيعِ مَا وَصَفْنَا مِنْ صِفَاتِ اللَّهِ، ثُمَّ يُحَرِّفُونَ مَعْنَى الصِّفَاتِ عَنْ جِهَتِهَا الَّتِي وَصَفَ اللَّهُ بِهَا نَفْسَهُ
“Her kim bunların bilgisi hususunda cahil kalır ve nihayet ‘ben Allah’ın söylediği şeyleri sıfat olarak veririm fakat bunların manasını bilmem’ derse, öyle ki Cehmiye’nin elden kasıd kudrettir deyip de ‘ellerimizin yarattığı hayvanlar’ (Yasin: 71) ayetiyle ve benzerleriyle delil getirmeye kalkışan sözleriyle aynı manaya gelen sözler sarfeder ise o kimse doğru yoldan sapmış olur. Bizim vasfettiğimiz Allah’ın sıfatlarının hepsine iman edip sonra sıfatların manalarını Allah’ın vasfetmiş olduğu cihetten farklı bir yöne tahrif etmeleri, kaydırmaları hasebiyle bu, tamamen Cehmiye’nin kelamından ibarettir.”
İbn Teymiye’nin zikrettiğine göre İshak’ın bu kavlini Ebu’ş Şeyh Asbahani, “Kitab’us Sunne” adlı eserinde nakletmektedir. (el-Fetava’l Kubra, 6/420-421)
İshak (ra) bu surette elden kasıd kudrettir tarzı tevillerin ve de elden ne kasdedildiğini bilmiyorum diyen tefvid ehlinin kelamlarının hepsinin Cehmiye’den kaynaklı bidatlar olduğunu açıkça beyan etmektedir. Zira ister sıfatların manası bilinmez desin, isterse de doğrudan sıfatları tahrif etmeye kalkışsın neticede her ikisinde de Allahu teala’nın sözkonusu sıfata yüklemiş olduğu manayı iptal etmiş olmaktadır. Zaten ehli nezdinde malum olduğu üzere tevil ve tefvid birbirinin ikiz kardeşidir ve tevili savunanlar yeri gelir tefvizi savunurlar, tefvizciler de yeri gelir tevili savunurlar; bu ikisi arasında çok ciddi bir fark yoktur. İshak (ra) bu kimseleri sapmış olarak nitelemekle selefin akidesinin de bunun zıddı olduğunu ortaya çıkarmış olmaktadır.
9- Ahmed bin Hanbel (v. 241): Usul’us Sunne adlı risalesinde sıfatların zahiri manaları üzere kabul edilmeleri gerektiğini ifade ederek şöyle demiştir:
ولكن نؤمن به كما جاء على ظاهره، ولا نناظر فيه أحداً
“Lakin bunlara geldikleri gibi zahirleri üzere iman ederiz ve bu hususta hiç kimseyle tartışmayız.” (Lalekai, es-Sunne, 1/178)
İmam Ahmed, Usul’us Sünne risalesinde geçen görüşleri kendi sözü olarak değil bütün Ehli sünnetin görüşü olarak nakletmektedir. Görüldüğü gibi orada sıfatları zahiri manaları üzere kabul etmek gerektiğini ifade ederek buna aykırı olan tevil, tefvid gibi bütün usulleri reddetmiş olmaktadır.
İbn Batta’nın naklettiği başka bir rivayette ise şöyle gelmiştir:
وَأَخْبَرَنِي أَبُو صَالِحٍ، قَالَ: حَدَّثَنِي أَبُو الْحَسَنِ عَلِيُّ بْنُ عِيسَى بْنِ الْوَلِيدِ قَالَ: ثنا أَبُو عَلِيٍّ حَنْبَلُ بْنُ إِسْحَاقَ قَالَ: قُلْتُ لِأَبِي عَبْدِ اللَّهِ: يَنْزِلُ اللَّهُ تَعَالَى إِلَى سَمَاءِ الدُّنْيَا؟ قَالَ: «نَعَمْ» قُلْتُ: نُزُولُهُ بِعِلْمِهِ أَمْ بِمَاذَا؟ قَالَ: فَقَالَ لِي: «اسْكُتْ عَنْ هَذَا» وَغَضِبَ غَضَبًا شَدِيدًا، وَقَالَ: «مَا لَكَ وَلِهَذَا؟ أَمْضِ الْحَدِيثَ كَمَا رُوِيَ بِلَا كَيْفٍ»
“(İsnadı zikrettikten sonra) Hanbel bin İshak dedi ki: Ben Ebu Abdillah’a Allah dünya semasına iner mi diye sordum. Evet, dedi. Dedim ki: İnmesi ilmi ile midir ne iledir? Şiddetli şekilde öfkelenerek bana, bu konuda sus, dedi ve dedi ki: Bundan sana ne, hadisi rivayet edildiği gibi keyfiyet vermeden oku geç!” (el-İbane, 7/242)
Görüldüğü üzere Hanbel, sıfatın teviline dalmak isteyince İmam Ahmed, hadisi olduğu gibi kabul etmesini ona emretmiş ve bunu sıfatın keyfiyetine dalmak olarak vasfetmiştir. Nüzül sıfatının tevil edilmesini şiddetle inkar etmesi onun nezdinde bunun tamamen bir bidat ve dalalet olduğunu gösterir. Buna rağmen bazı kimseler seleften bazı kimselere hatta bizzat Ahmed’in kendisine sıfatların tevili görüşünü izafe edebilmiştir. Vallahu’l Mustean…
İbn Batta, ondan şunu da nakletmektedir:
وَحَدَّثَنَا أَبُو حَفْصٍ عُمَرُ بْنُ مُحَمَّدِ بْنِ رَجَاءٍ، ثنا أَحْمَدُ بْنُ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ شِهَابٍ، ثنا الْأَثْرَمُ قَالَ: قُلْتُ لِأَبِي عَبْدِ اللَّهِ: حَرْبٌ مُحَدِّثٌ، وأنا عِنْدَهُ بِحَدِيثٍ: «يَضَعُ الرَّحْمَنُ فِيهَا قَدَمَهُ»، وَعِنْدَهُ غُلَامٌ، فَأَقْبَلَ عَلَى الْغُلَامِ فَقَالَ: إِنَّ لِهَذَا تَفْسِيرًا؟ فَقَالَ أَبُو عَبْدِ اللَّهِ: انْظُرْ كَمَا تَقُولُ الْجَهْمِيَّةُ سَوَاءً
“(İsnadı zikrettikten sonra) Esrem dedi ki: Ben Ebu Abdillah’a (İmam Ahmed’e) dedim ki: Harb, hadisçidir. Onun yanında biz “Rahman oraya (cehenneme) ayağını koyar” hadisini naklettik. Onun yanında bir genç vardı. O gence doğru yönelerek dedi ki: Bu hadisin tefsiri, açıklaması var (veya var mı). Bunun üzerine Ebu Abdillah şöyle dedi: Şuna bak, aynı Cehmiye’nin dediği gibi diyor!” (İbn Batta, el İbane, 7/330)
Görüldüğü üzere ayak hadisini açıklamaya kalkışan birisinin bu tavrını Cehmilik olarak vasfetmiştir. Bütün bunlar, tevilin Cehmiye akidesi olduğunu ve Ehli sünnetin bunun aksi hususunda icma ettiğini göstermektedir. Eğer selefin sıfatları tevil ettiğine dair bir haber gelmiş olsaydı Ahmed gibi hadis ve selefin asarı hususunda mütehassıs olan bir imam bunu bu şekilde inkar etmeyecekti. İmam Ahmed’den gelen bu yöndeki rivayetler sayılamayacak kadar çoktur, bunlarla yetiniyoruz.
10- İbn Kuteybe (v. 276): Ehli sünnetin müdafilerinden meşhur imam şöyle demektedir:
الواجب علينا أن ننتهي في صفات الله حيث انتهى في صفته أو حيث انتهى رسوله صلى الله عليه وسلم ولا نزيل اللفظ عما تعرفه العرب وتضعه عليه ونمسك عما سوى ذلك.
“Bize vacib olan şey, Allahu Teala’nın sıfatları hakkında Onun durduğu yerde ya da Rasülünün durduğu yerde durmaktır. Bizler, lafzı Arapların bildiği ve vaz ettiği mananın dışına çıkartmayız ve bundan başkasından sakınırız.” (el-İhtilaf fi’l Lafz, sf 44)
O böylece sıfatların Arap dilindeki zahiri ve hakiki manalarının dışında açıklanamayacağını ifade etmektedir. “Arapların bildiği ve vaz ettiği mana” ibaresi buna işaret etmektedir. Zira usulde maruf olduğu üzere bir kelimenin dilde asıl vaz edildiği mana hakiki manasıdır. Şeyh (rh.a) bu alıntı yapılan eser ve benzeri kitaplarında sıfatlarla alakalı müdafaalarını tamamen bu usul üzerine bina etmiş ve muhaliflerini de inkar etmiştir. Buna dair misaller daha önce geçmiştir. Şüphesiz bu tarz teviller seleften nakledilmiş olsaydı bunun inkarı söz konusu olmayacaktı.
11- Tirmizi (v. 279): Sünen adlı eserin sahibi meşhur imam, Rahman’ın sağ eliyle alakalı rivayet ettiği bir hadisin akabinde (no: 662) şöyle demektedir:
وَقَدْ قَالَ غَيْرُ وَاحِدٍ مِنْ أَهْلِ العِلْمِ فِي هَذَا الحَدِيثِ وَمَا يُشْبِهُ هَذَا مِنَ الرِّوَايَاتِ مِنَ الصِّفَاتِ: وَنُزُولِ الرَّبِّ تَبَارَكَ وَتَعَالَى كُلَّ لَيْلَةٍ إِلَى السَّمَاءِ الدُّنْيَا، قَالُوا: قَدْ تَثْبُتُ الرِّوَايَاتُ فِي هَذَا وَيُؤْمَنُ بِهَا وَلاَ يُتَوَهَّمُ وَلاَ يُقَالُ: كَيْفَ؟ هَكَذَا رُوِيَ عَنْ مَالِكٍ، وَسُفْيَانَ بْنِ عُيَيْنَةَ، وَعَبْدِ اللهِ بْنِ الْمُبَارَكِ أَنَّهُمْ قَالُوا فِي هَذِهِ الأَحَادِيثِ: أَمِرُّوهَا بِلاَ كَيْفٍ، وَهَكَذَا قَوْلُ أَهْلِ العِلْمِ مِنْ أَهْلِ السُّنَّةِ وَالجَمَاعَةِ، وَأَمَّا الجَهْمِيَّةُ فَأَنْكَرَتْ هَذِهِ الرِّوَايَاتِ وَقَالُوا: هَذَا تَشْبِيهٌ وَقَدْ ذَكَرَ اللَّهُ عَزَّ وَجَلَّ فِي غَيْرِ مَوْضِعٍ مِنْ كِتَابهِ اليَدَ وَالسَّمْعَ وَالبَصَرَ، فَتَأَوَّلَتِ الجَهْمِيَّةُ هَذِهِ الآيَاتِ فَفَسَّرُوهَا عَلَى غَيْرِ مَا فَسَّرَ أَهْلُ العِلْمِ، وَقَالُوا: إِنَّ اللَّهَ لَمْ يَخْلُقْ آدَمَ بِيَدِهِ، وَقَالُوا: إِنَّ مَعْنَى اليَدِ هَاهُنَا القُوَّةُ وقَالَ إِسْحَاقُ بْنُ إِبْرَاهِيمَ: إِنَّمَا يَكُونُ التَّشْبِيهُ إِذَا قَالَ: يَدٌ كَيَدٍ، أَوْ مِثْلُ يَدٍ، أَوْ سَمْعٌ كَسَمْعٍ، أَوْ مِثْلُ سَمْعٍ، فَإِذَا قَالَ: سَمْعٌ كَسَمْعٍ، أَوْ مِثْلُ سَمْعٍ، فَهَذَا التَّشْبِيهُ وَأَمَّا إِذَا قَالَ كَمَا قَالَ اللَّهُ تَعَالَى يَدٌ، وَسَمْعٌ، وَبَصَرٌ، وَلاَ يَقُولُ كَيْفَ، وَلاَ يَقُولُ مِثْلُ سَمْعٍ، وَلاَ كَسَمْعٍ، فَهَذَا لاَ يَكُونُ تَشْبِيهًا، وَهُوَ كَمَا قَالَ اللَّهُ تَعَالَى فِي كِتَابهِ: {لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ}.
“İlim ehlinden birçoğu, bu hadis ve benzeri sıfatlar hakkındaki rivâyetlerle alakalı ve de Allah’ın her gece dünya semasına inişi hakkında şöyle demektedirler: “Bu tür rivâyetler sabittir, bunlara iman edilmeli, vehme düşülmemeli, nasıl denmemelidir.” Aynı şekilde Mâlik, Sûfyân b. Uyeyne, Abdullah b. Mübarek’ten bu türden hadisler hakkında şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: ‘Bunları nasıl demeden geldikleri gibi kabul edip geçin’. Ehli Sünnet vel cemaat ilim adamlarının görüşü böyledir. Cehmiyye ise bu tür rivâyetleri reddederek bu bir teşbih yani benzetme olur demektedir. Allah, Kitabı’nın pek çok yerinde el, işitme ve görme tabirlerini zikrediyor. Cehmiyye ise bu ayetleri tevil etti ve ilim ehlinin tefsir ettiği şekle aykırı olarak tefsir ederek dediler ki: “Allah, Adem’i eliyle yaratmamıştır. Burada “el” kelimesi güç ve kuvvet anlamındadır.” İshâk b. İbrahim şöyle diyor: ‘Eğer şöyle söylenirse Teşbih (benzetme) olur: (Mahlukattaki) El gibi el, ele benzeyen el; işitme gibi işitme, işitmeye benzeyen işitme.’ Amma, Allahu Teala’nın buyurduğu gibi el, işitme ve görme denir de nasıl demezse, (keyfiyetini araştırmaz ise) ve işitme gibi ve işitmeye benzer denilmezse bu teşbih olmaz ve Allah’ın kitabındaki şu ayetteki gibi olur: “Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, bilendir.” (Şûrâ 11)
Tirmizi, sıfatların geldiği gibi yani zahirlerine uygun olarak kabul edilmesini desteklemiş ve bunu bütün Ehli sünnetin görüşü olarak vasfetmiştir. İmam Tirmizi’nin sıfatların tevilini ise inkar ederek bunu Cehmiye’nin görüşü olarak vasfettiği açıktır. Nitekim Tirmizi, onlar hakkında şöyle demektedir: ‘Cehmiyye ise bu ayetleri tevil etti ve ilim ehlinin tefsir ettiği şekle aykırı olarak tefsir ederek dediler ki: “Allah, Adem’i eliyle yaratmamıştır. Burada “el” kelimesi güç ve kuvvet anlamındadır.’ Tirmizi gibi selefin asarına vakıf olan güçlü bir hadisçi, eğer sıfatların teviline dair seleften bir tek nakle vakıf olsaydı bunu Cehmiye’ye değil ancak seleften bir cemaate nisbet edecekti. Tirmizi’nin burada sıfatlara zahirine uygun mana verilmesini değil, keyfiyet verilmesini reddettiği ve de Cehmiye gibi sıfat inkarcısı zümrelerin yaptığı zahire muhalif fasit tevilleri reddettiği ortadadır. Dikkat edilirse Cehmiye’nin sıfatları tefsir etmesini değil, ilim ehlinin tefsir etmediği şekilde tefsir edip yorumlamasını eleştirmektedir. Buradan ilim ehlinin sıfatları tefsir ettiği de açıkça anlaşılmaktadır. Selefin yaptığı tefsir ile Cehmiye’nin yaptığı tefsir arasındaki fark; selefin tefsiri zahiri manalarına göre ve de Arap dil kaidelerine göre ve diğer nasslar ışığında yapması; Cehmiye’nin ise bunların hiç birine riayet etmeden veyahut da dildeki şazz bir takım manaları esas alarak tefsir etmesidir.
12- İbn Ebi Asım (v. 287): “es-Sünne” adlı meşhur eserin sahibi olan bu imam, Zehebi’nin naklettiğine göre şöyle demiştir:
جَمِيع مَا فِي كتَابنَا كتاب السّنة الْكَبِير الَّذِي فِيهِ الْأَبْوَاب من الْأَخْبَار الَّتِي ذكرنَا أَنَّهَا توجب الْعلم فَنحْن نؤمن بهَا لصحتها وعدالة نَاقِلِيهَا وَيجب التَّسْلِيم لَهَا على ظَاهرهَا وَترك تكلّف الْكَلَام فِي
كيفيتها فَذكر من ذَلِك النُّزُول إِلَى السَّمَاء الدُّنْيَا والاستواء على الْعَرْش
‘İlmi gerektirdiğini ifade ettiğimiz haberlere dair bablar ihtiva eden Kitabımız “Kitab’us Sunne el Kebir” de yer alan şeylerin hepsine, bunların sahih olduklarına, nakledenlerin adil olduklarına ve de bunlara zahirleri üzere teslim olmanın vacip olduğuna, keyfiyetleri hakkında gereksiz konuşmaları terk etmenin gerekliliğine iman etmekteyiz.’
Daha sonra bunlardan dünya semasına inmek ve Arş/taht üzerine istiva/yerleşmeyi zikretti.”
Zehebi, İmam’ın kitabında geçmeyen bu sözü Atike binti Ebibekr isimli alime ve fakihe bir hanımın babasından naklettiğini söylemiştir. (el-Uluvv, sf 197)
Görüldüğü üzere imam (rh.a) sıfatların zahiri manalarını reddetmek bir yana, bilakis sıfatları zahiri manaları üzere kabul etmenin vacip olduğunu, konuşulması nehyedilen şeyin ise mana değil keyfiyet olduğunu ifade etmektedir. Böylece zahire muhalif tevil veya tefvid babından her şeyi reddetmiş olmaktadır. Üstelik bu meselenin imana dair bir mevzu olduğunu ifade etmiş ve Ehli sünnet akidesini anlattığı bu eserini de tamamen bu usul üzerine bina etmiştir. Onun gibi selefin asarına vakıf olan bir imam, selef nezdinde bunun aksi sözkonusu olsaydı bunu nakleder ve en azından ihtilafa işaret ederdi ki böyle bir şey sözkonusu değildir.
13- İbn Cerir et-Taberi (v. 310): Müfessirlerin imamı, sıfatlarla alakalı akidesini açıkladığı yerde şöyle demektedir:
فإن قال لنا منهم قائل: فما أنت قائل في معنى ذلك؟
قيل له: معنى ذلك ما دل عليه ظاهر الخبر، وليس عندنا للخبر إلا التسليم والإيمان به، فنقول: يجيء ربنا جل جلاله يوم القيامة والملك صفاً صفاً، ويهبط إلى السماء الدنيا وينزل إليها في كل ليلة، ولا نقول: معنى ذلك ينزل أمره
“Onlardan birisi bize derse ki: Bunların manası hakkında sen ne diyorsun? Ona şöyle denilir: Bunların manası haberin zahirinin delalet ettiği şeydir ve bizim katımızda bu haberlere teslim olup iman etmekten başka bir yol yoktur. Buna binaen şöyle deriz: Rabbimiz ve melekler kıyamet günü saf saf gelirler. Rabbimiz her gece dünya semasına iner ve nüzul eder. Biz, bunun manası emrinin inmesidir, demeyiz.” (et-Tebsir fi’d Din, sf 146)
Açıkça görüldüğü üzere İmam Taberi (rh.a) kendisine sıfatların manası sorulduğunda sıfatların manasının zahirleri üzere olduğunu söylemiştir. Bu ise gerek tevil gerekse de tefvid ehlinin savunduğu şeyin tamamen zıttınadır. Zaten nüzul örneğinde görüleceği üzere tevili açıkça inkar etmiştir. Taberi’nin selefin akvaline olan vukufiyeti bilinmektedir. Seleften sıfatların teviline dair sahih bir haber gelmiş olsaydı en azında bunlara işaret etmesi gerekirdi ki böyle bir şey yapmamıştır.
14- Ebu’l Hasen el Eşari (v. 324): Bugün tevilci Eşarilerin yolundan gittiklerini iddia ettikleri bu alim “Makalat” adlı eserinde sıfatların tevili fikrini Mutezile’ye izafe etmektedir. İstiva hakkında şöyle diyor:
وقالت المعتزلة في قول الله -عز وجل-: {الرَّحْمَنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى} [طه: 5] يعني استولى.
“Mutezile, Allahu Teâlâ’nın; “Rahman Arşa istiva etti.”[Taha:5] kavli hakkında dedi ki: İstila etti manasındadır.” (sf 131)
El ve göz sıfatları hakkında ise şöyle demektedir:
وقالت المعتزلة بإنكار ذلك إلا الوجه وتأولت اليد بمعنى النعمة وقوله: {تَجْرِي بِأَعْيُنِنَا} [القمر: 14] أي بعلمنا
“Mutezile, bütün bu sıfatları “yüz” haricinde inkar etti. Elin manası nimettir şeklinde tevil ettiler. Allahu Teâlâ’nın;“Gözlerimizin önünde akıp gidiyordu.”[Kamer:14] kavli hakkında, burada [gözden] kasıt ilmimizdir derler.”
Mutezile yüz sıfatını ise zat ve rıza gibi manalarda değerlendirerek kabul etmiştir. Böylece Eşari rahimehullah, istivayı, eli ve gözü tevil edenlerin sadece Mutezile ve Cehmiye olduğunu nakletti. Bu görüşün aksini savunarak, bunun ehlisünnetin ve selefin görüşüne muhalif olduğunu beyan etti. Eşari’nin selefe hangi akideyi nisbet ettiğini merak edenler onun "Makalat'ul İslamiyyin" adlı eserinde Ehl-i Sünnet akidesiyle alakalı bölüme müracaat edebilir. Bugün akidede Eşari’nin yolundan gittiğini ileri sürenlerin kitapları, Eşari’nin Mutezile tevilleri olarak isimlendirdiği bu tevillerle dolup taşmaktadır! La havle vela kuvvete illa billah…
15- İbn Batta (v.387): Hanbeli fakihlerinden muhaddis İbn Batta (rh.a) “el-İbane” adlı eserinde Allahu Teala’nın “suret” sıfatı hakkında açmış olduğu babın girişinde şunları zikretmiştir:
بَابُ الْإِيمَانِ بِأَنَّ اللَّهَ عَزَّ وَجَلَّ خَلَقَ آدَمَ عَلَى صُورَتِهِ بِلَا كَيْفٍ قَالَ الشَّيْخُ: وَكُلُّ مَا جَاءَ مِنْ هَذِهِ الْأَحَادِيثِ، وَصَحَّتْ عَنْ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَفَرْضٌ عَلَى الْمُسْلِمِينَ قَبُولُهَا، وَالتَّصْدِيقُ بِهَا، وَالتَّسْلِيمُ لَهَا، وَتَرْكُ الِاعْتِرَاضِ عَلَيْهَا، وَوَاجِبٌ عَلَى مَنْ قَبِلَهَا، وَصَدَّقَ بِهَا أَنْ لَا يَضْرِبَ لَهَا الْمَقَايِيسَ، وَلَا يَتَحَمَّلَ لَهَا الْمَعَانِيَ وَالتَّفَاسِيرَ لَكِنْ تَمُرُّ عَلَى مَا جَاءَتْ وَلَا يُقَالُ فِيهَا: لِمَ؟ وَلَا كَيْفَ؟ إِيمَانًا بِهَا وَتَصْدِيقًا، وَنَقِفُ مِنْ لَفْظِهَا وَرِوَايَتِهَا حَيْثُ وَقَفَ أَئِمَّتُنَا وَشُيُوخُنَا
“Allah Azze ve Celle’nin Ademi kendi suretinde yarattığına –keyfiyetine girmeden- iman etme babı. Şeyh şöyle dedi: Rasulullah (s.a.s)’tan sahih yolla gelen bu gibi hadisler hususunda Müslümanlara farz olan; bu hadisleri kabul etmek, tasdik etmek, onlara teslim olmak ve onlara itirazı terk etmektir. Bu hadisleri kabul edip tasdik edenlerin, bunlara kıyaslamalar yapmaması ve bu hadislere manalar ve tefsirler yüklememesi vaciptir. Lakin bu hadisler geldiği gibi kabul edilerek geçilir. Onlara iman ve onları tasdik etmekten dolayı onlar hakkında ‘Neden ve nasıl’ denilmez. O hadislerin lafız ve rivayetlerinde, imamlarımız ve şeyhlerimizin durduğu yerde dururuz.” (el-İbanetu’l-Kubra, 7/244)
Bu sözün hemen ardından da şu hadisi nakletmektedir:
حَدَّثَنَا أَبُو عَبْدِ اللَّهِ نَصْرُ بْنُ أَحْمَدَ بْنِ عَلِيٍّ الْجُوزَجَانِيُّ قَالَ: ثنا يُوسُفُ بْنُ مُوسَى، قَالَ: ثنا جَرِيرٌ، عَنِ الْأَعْمَشِ، عَنْ حَبِيبِ بْنِ أَبِي ثَابِتٍ، عَنْ عَطَاءِ بْنِ أَبِي رَبَاحٍ، عَنِ ابْنِ عُمَرَ، قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «لَا تُقَبِّحُوا الْوَجْهَ فَإِنَّ اللَّهَ خَلَقَ آدَمَ عَلَى صُورَةِ الرَّحْمَنِ»
(İsnadı zikrettikten sonra) İbn Ömer (ra)’dan Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu demiştir: Yüzleri kötülemeyin. Zira Allah Ademi Rahman’ın suretinde yaratmıştır.”
Bu hadis, Allah Adem’i kendi suretinde yarattı şeklinde rivayet edilen meşhur hadisin müfesser yani daha açık izah edilmiş bir şeklidir. Cehmiye, hadisin daha meşhur olan ilk şeklini “Adem’i Adem suretinde yarattı” vb tarzında fasit tevillerle tevil ederken, bu lafzı ise tevil etmeye fazla mecal bulamadıklarından dolayı bu hadisin sıhhatine dil uzatırlar. Zira hadisin bu lafzı adeta Cehmilerin başına inen bir balyoz mesabesindedir. İşte İbn Batta (rh.a) suret sıfatıyla alakalı açtığı babta ilk olarak bu hadise yer vermiş ve böylece suretle alakalı yapılan bütün izahların geçersiz olduğunu göstermiştir. Bu, Şeyh (rh.a)’ın suret hadisi gibi hadisler hakkında söylediği “manalar ve tefsirler yüklemeyiz” sözünün de ne amaçla söylendiğini ortaya koymaktadır. Yani İbn Batta (rh.a) suretten kasıd Adem’in suretidir vs tarzında zahirine muhalif tevilleri reddetmek amacıyla bu sözü sarfetmiştir. Onun mana ve tefsirden kasdı tevil ve keyfiyettir. Bu da tıpkı diğer selef imamlarının sıfatlara tefsir ve mana vermeyi reddedip bununla tevil ve tekyifi reddetmeleri gibidir. Zaten sözün başında keyfiyet vermeden demesi, keza devamında da nasıl denilemez, demesi gibi sözün kendi içindeki karineler onun maksadının suret sıfatı ve diğer sıfatların keyfiyetine ve teviline dalanları reddetmek olduğunu göstermektedir. Yoksa onun amacı sıfat naslarına zahirine göre mana verenleri reddetmek değildir. İbn Batta’nın sözleri, sıfatların tefsir ve tevilini reddetmesi gibi hususlar başta olmak üzere bu zikrettiği meseleleri iman esasları arasında gördüğünü göstermektedir. Eğer bu selef nezdinde ihtilaflı bir konu olsaydı onun gibi muhaddis bir imam buna işaret ederdi. Bilakis onun kitabı seleften gelen tevili reddeden haberlerle doludur.
16- Ebu Süleyman el Hattabi (v. 388): O, bu hususta şöyle demektedir:
مذهب السلف في أحاديث الصفات:الإيمان، وإجراؤها على ظاهرها، ونفي الكيفية عنها.ومن قال: الظاهر منها غير مراد، قيل له: الظاهر ظاهران: ظاهر يليق ببالمخلوقين ويختص بهم، فهو غير مراد، وظاهر يليق بذي الجلال والإكرام، فهو مراد، ونفيه تعطيل.
“Selefin sıfatlar konusundaki mezhebi; iman etmek, onları zahirleri üzere kabul etmek ve keyfiyeti onlardan nefyetmektir. Bunların zahiri murad edilmemiştir diyene ise şöyle denilir: Zahir, iki türlüdür. Mahlukata yakışan ve onlara has olan zahirdir ki elbette ki murad edilen bu değildir. Celal ve ikram sahibi olan Allaha layık olan zahire gelince; murad edilen budur. Bunun inkarı ise tatil (sıfatı iptal) demektir.”
Hattabi’nin (rh.a) bu sözünü İbn Receb el Hanbeli, Feth’ul Bari isimli Buhari şerhinde (7/233) nakletmiştir. İbn Receb (rh.a) bu sözün Hattabi’nin Buhari şerhi olan İ’lam’ul Hadis’te geçtiğini söylemektedir. Lakin, İ’lam’da (1/637) bu sözün ancak baş tarafı olan “onları zahirleri üzere kabul etmek ve keyfiyeti onlardan nefyetmektir” ilh… kısmı bulabildim. Burada Hattabi, sıfatların zahiri manası murad edilmemiştir diyen tefvid ehli Mufavvida akidesinin selefe nisbetini açıkça reddettiği gibi tevil ehli Müevvile’nin akidesini de onlardan nefyetmektedir. Zira sıfatları zahiri manası üzere kabul etmek, “lafzı zahirinden çıkarmak” demek olan tevilin tam zıddıdır, aynı şekilde zahiri manayı reddedip batini manayı Allaha havale etmek manasındaki tefvizin de zıddıdır. Bu bidat ehli ise zahiri mana deyince; mahlukattaki sıfatları anlarlar. Halbuki bu kısır bir anlayıştır. Allah’ın elinin, ayağının, gözünün vb sıfatlarının mahlukatın sıfatları gibi olmadığı hususu aklı ve dini olan herkesin zaruri olarak bildiği bir şeydir. O yüzden bunların zahiri yani ilk akla gelen manası mahlukatın eli, ayağı vb değil, bilakis Allahu teala’nın şanına layık olan bir el, ayak ve benzeridir. Böylece Hattabi, her ne kadar kendisi de bazı konularda muhalif olsa da selefin mezhebinin sıfatları tevil ya da manasını tefvid etmek değil, bilakis sıfatları zahiri manaları üzere kabul etmek olduğunu beyan etmiş olmaktadır.
17- İbn Mendeh (v. 395): Hadis imamlarından olan bu zat, “Tevhid” adlı eserinde Kitap, sünnet ve selef nezdinde sıfatların nasıl ele alındığına dair açıklamalarda bulunduğu yerde şöyle demiştir:
إِنَّ الأَخْبَارَ فِي صِفَاتِ الله عز وجل جَاءَتْ مُتَوَاتِرَةً عَنْ نَبِيِّ الله صلى الله عليه وسلم مُوَافِقَةً لِكِتَابِ الله عز وجل نَقَلَهَا الخَلَفُ عَنِ السَّلَفِ قَرْنًا بَعْدَ قَرْنِ مِنْ لدُنِ الصَّحَابَةِ وَالتَّابِعِينَ إِلَى عَصْرِنَا هَذَا عَلَى سَبِيلِ إِثْبَاتِ الصِّفَاتِ لِلَّهِ عز وجل وَالمَعْرِفَةِ وَالإِيمَانِ بِهِ وَالتَّسْلِيمِ لِمَا أَخْبَرَ اللهُ عز وجل بِهِ فِي تَنْزِيلِهِ وَبَيَّنَهُ الرَّسُولُ صلى الله عليه وسلم عَنْ كِتَابِهِ، مَعَ اجْتِنَابِ التَّأْوِيلِ وَالجُحُودِ وَتَرْكِ التَّمْثِيلِ وَالتَّكَيِيفِ
“Allah Azze ve Celle’nin sıfatları hakkındaki haberler Allah’ın Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’den Allah Azze ve Celle’nin kitabına uygun olarak mütevatir yolla gelmiş; sıfatları Allah Azze ve Celle hakkında isbat etmek, onları bilip onlara iman etmek, Allah Azze ve Celle’nin indirmiş olduğu kitapta o hususta haber verdiği ve Rasul (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Onun kitabından açıkladığı hususlara tevilden, inkardan kaçınmak ve temsil (benzetme) ve tekyifi (keyfiyetlendirmeyi) terketmek suretiyle teslim olmak yolu üzere sahabe ve tabiinden başlayarak asrımıza kadar halef bunları seleften, çağlar boyu nakledegelmiştir.”
Şeyh (rh.a) tevili reddetmenin seleften halefe kadar bütün ümmetin benimsediği yol olduğunu açıkça beyan etmektedir ki bu icmanın ta kendisidir
18- Halife el-Kadir billah (v. 422): Abbasi halifelerinden olan bu zat tarafından hazırlattırılıp insanlara duyurulan ve devrindeki Ehli sünnet alimlerinin onaylamış olduğu akide metninde şöyle denilmektedir:.
وكل صفة وصف بها نفسه أو وصفه بها رسوله فهي صفة حقيقة لا صفة مجاز
“Onun kendisini vasfettiği veya Rasülünün vasfettiği bütün sıfatlar hakiki sıfatlardır, mecazi sıfatlar değildir…”
Bu da gerek tevilcilerin gerekse de tefvizcilerin sıfatlar hakiki ve zahiri anlamları üzere değildir kavlini reddetmektedir. Bu akide metni Ehli sünnetin görüşünü beyan etme maksadıyla hazırlanmış ve o devirdeki Sünni alimler tarafından da kabul görmüştür. Şu halde bütün bunlar icmayı yansıtan bir ifadelerdir. Hatta İbn’ul Cevzi’nin naklettiğine göre “Bütün bunların (i'tikad metninin ve imzaların) altında şöyle yazılıydı: Bu Müslümanların i'tikadıdır. Her kim buna muhalefet ederse (hakka ve Müslümanların i'tikadına karşı) fıska ve küfre düşmüştür.” (el-Muntazam fi Tevarih'il Muluk ve'l Umem, Hicri 433 yılı olayları) Görüldüğü üzere bu akide metnine sadece icmayı yansıtan görüşler alınmış, muhalifinin kafir ya da fasık ilan edilmeyeceği içtihadi meseleler zikredilmemiştir. Buna rağmen sıfatların hepsinin hakiki manada olduğu, hiç birinin mecaz olmadığının zikredilmesi bunun da yine muhalifinin kafir veya bidatçı olacağı icmai meselelerden olduğunu göstermektedir.
19- Ebu Ömer et-Talemenki (v. 429): Hafız Zehebi (rh.a) tevil ve mecazın reddi hususundaki Ehli sünnetin icma ettiği görüşü Endülüs bölgesi imamlarından olan bu zattan şöyle nakletmektedir:
أجمع المسلمون من أهل السنة على أن معنى قوله: {وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنْتُمْ} ونحو ذلك من القرآن أنه علمه، وأن الله تعالى فوق السموات بذاته، مستو على عرشه كيف شاء.
وقال أهل السنة في قَوْلِهِ: {الرَّحْمَنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى} : أن الاستواء من الله على عرشه على الحقيقة لا على المجاز، فقد قال قوم من المعتزلة والجهمية: لا يجوز أن يسمى الله عز وجل بهذه الأسماء على الحقيقة..
“Ehli sünnetten olan Müslümanların icma ettiklerine göre Yüce Allahın “Nerede olursanız o sizinle beraberdir” buyruğu ile Kuran’dan buna benzer buyruklarda kasdedilen onun ilmidir ve de Allahu Teala zatıyla semavatın üstündedir, dilediği şekilde Arşına istiva etmiştir. Ehli sünnet “Rahman Arşa istiva etti” kavli hakkında şöyle derler: Allahın arşına istiva etmesi, mecazi anlamda değil hakiki anlamdadır. Mutezile ve Cehmiye’den bir topluluk ise Allah Azze ve Celle’nin bu isimlerle hakiki manada isimlendirilmesi caiz olmaz dediler…” (Zehebi, Muhtasar’ul Uluvv, sf 264 Türkçesinde sf 292)
Görüldüğü gibi Ehli sünnet Arşa istivanın hakiki anlamda olduğunu icma ile kabul etmektedir. Bunların mecazi manada olduğunu söyleyenler ise Mutezile ve Cehmiye’den bir topluluktur. Artık birisi çıkar da bunun hakiki ve zahiri manasıyla olmadığını iddia ederse ister bunun üzerine istila vb tevilleri ilave etsin, isterse de tevil etmeksizin biz bunların manasını bilmeyiz desin farketmez her durumda selefe muhaliftir ve sıfat inkarcısı yani muattıldır. Talemenki, istivayı sadece bir msial olarak vermiştir, dediği kaide bütün sıfatlarda geçerlidir.
20- Ebu Nasr es-Siczi (v. 444): Sünnetin ve selefin savunucularından olan bu imam ise şöyle demektedir:
الواجب أن يعلم أن الله تعالى إذا وصف نفسه بصفة هي معقولة عند العرب، والخطاب ورد بها عليهم بما يتعارفون بينهم، ولم يبين سبحانه أنها بخلاف ما يعقلونه، ولا فسرها النبي - صلى الله عليه وسلم - لما أداها بتفسير يخالف الظاهر فهي على ما يعقلونه ويتعارفونه
“Bilmek gerekir ki Allahu teala kendisini bir sıfatla vasfettiyse o, Araplar nezdinde akledilebilen, bilinebilen bir şeydir. Hitap onların kendi aralarında bildikleri şekilde gelmiştir. Allah Subhanehu, bunların aklettikleri şeklin hilafına olduğunu da açıklamamıştır. Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) de onları –iddia ettikleri türden- zahire muhalif bir tarzda tefsir etmemiştir. Şu halde sıfatlar, Arapların aklettikleri ve bildikleri şekildedir.” (Risaletun ila Ehli Zübeyd, sf 227-228)
Böylece, sıfatların Arapça’da anlaşıldığı şekilde olduğunu söyleyerek sıfatların zahiri manası üzere olduğunu söylemiş olmaktadır. İmam (rh.a)’ın bunu bizzat Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’e nisbet etmesi ve Ondan bunun aksinin nakledilmediğini ifade etmesi tevilin bizzat sünnete muhalif bir yol olduğunu göstermektedir. Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’in yapmadığı bir şeyi de Onun ashabı ve onlara güzellikle tabi olanlar yapacak değildir!..
Yine şöyle demektedir:
فقول المتكلمين في نفي الصفات أو إثباتها بمجرد العقل أو حملها على تأويل مخالف للظاهر ضلال
“Kelamcıların sıfatların inkarı veya isbatı hususunda mücerred akla dayanmaları veya onları zahirine muhalif bir teville yorumlamaları sapıklıktır.” (age sf 178)
Böylece sıfatların zahire muhalif tevil edilmesini sapıklık olarak nitelemektedir. Seleften az da olsa taraftarı bulunan bir görüşün bu şekilde vasfedilmeyeceği ise bellidir.
21- Ebu Osman es-Sabuni (v. 449): O, ölmeden önce yazdığı vasiyetinde şöyle demektedir:
ويسلك فِي الْآيَات الَّتِي وَردت فِي ذكر صِفَات البارىء جلّ جَلَاله وَالْأَخْبَار الَّتِي صحت عَن رَسُول الله صلى الله عَلَيْهِ وَسلم فِي بَابهَا كآيات مَجِيء الرب يَوْم الْقِيَامَة وإتيان الله فِي ظلل من الْغَمَام وَخلق آدم بِيَدِهِ واستوائه على عَرْشه وكأخبار نُزُوله كل لَيْلَة إِلَى سَمَاء الدُّنْيَا والضحك والنجوى وَوضع الكنف على من يناجيه يَوْم الْقِيَامَة وَغَيرهَا مَسْلَك السّلف الصَّالح وأئمة الدّين من قبُولهَا وروايتها على وَجههَا بعد صِحَة سندها وإيرادها على ظَاهرهَا والتصديق بهَا وَالتَّسْلِيم لَهَا واتقاء اعْتِقَاد التكييف والتشبيه فِيهَا وَاجْتنَاب مَا يُؤَدِّي إِلَى القَوْل بردهَا وَترك قبُولهَا أَو تحريفها بِتَأْوِيل يستنكر وَلم ينزل الله بِهِ سُلْطَانا وَلم يجر بِهِ للصحابة وَالتَّابِعِينَ وَالسَّلَف الصَّالِحين لِسَان
“Yüce Allah'ın sıfatları ile ilgili varid olan ayetler ile bu hususta Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'den sahih olarak nakledilmiş haberler -Kıyamet Günü’nde Rabbimizin gelişini, buluttan gölgeler içerisinde Allah'ın inişini, Adem (aleyhi selam)'ı eliyle yaratışını, arşının üzerinde istiva ettiğini belirten ayetler ile her gece dünya semasına indiğini, güldüğünü, fısıldaşmayı, Kıyamet Günü’nde fısıldaştığı kimseler üzerine örtüsünü koyuşunu belirten ve daha başka hususlardan söz eden haberler gibi-; Yüce Yaratıcı'nın sıfatlarının varid olduğu ayetler ve haberler hakkında Selef-i Salihin'in ve din imamlarının izlediği yol izlenir. Bunları oldukları gibi kabul etmenin yanında bunları geldikleri şekilde -senedleri sahih olmak şartıyla- rivayet etmişlerdir, zahirleri üzere aktarmışlar, tasdik etmişler, onlara teslimiyet göstermişlerdir. Bunlara bir keyfiyet isnad etmekten, benzetme yoluna gitmekten sakındıkları gibi, bunların reddedildiklerini söylemek ve kabullerini terketmek sonucuna götürecek yahutta Allah'ın hakkında herhangi bir delil indirmediği ashabın, tabiinin ve selef-i salihin'in konuşmadığı türden kabul olunamayacak bir tevil ile tahrif etmekten de sakınmışlardır.” (Nakleden Subki, Tabakat’uş Şafiiyye, 4/288)
İmam es-Sabuni, selefin yolunun sıfat nasslarını zahirleri üzere kabul etmek olduğunu ve sıfatları tevil etmenin selefi salihinin asla konuşmadığı bir şey olduğunu açıkça tasrih etmektedir. Onun selefin akidesini beyan ettiği “Akidet’us Selef” adlı eserinde de benzer ifadeleri vardır.
22- Ebu Ya’la (v. 458): Hanbeli fakihlerinin önde gelenlerinden bu alim ise sıfatları zahiri manaları üzere almanın gerektiği hakkındaki selefin icmasını şu şekilde nakletmektedir:
دليل آخر عَلَى إبطال التأويل: أن الصحابة ومن بعدهم من التابعين حملوها عَلَى ظاهرها ولم يتعرضوا لتأويلها، ولا صرفها عن ظاهرها
“Te’vilin batıl olduğuna diğer bir delil de Sahabe ve ondan sonraki tabiin’in bunları (yani sıfat nasslarını) zahirleri üzerine hamletmesi ve teviline girişmemeleri ve de bunları zahiri manalarından başka bir yöne çekmemeleridir.” (İbtal’ut Te’vilat li Ahbar’is Sifat, 1/71)
Yani Ehli sünnet ve selef nasslarda Allaha nisbet edilen bütün sıfatları hakiki ve zahiri anlamlarıyla kabul eder. Zahiri anlamda kabul etmek, tevilin zıddınadır. Hakiki anlamda kabul etmek ise mecazın zıddınadır. Bunların hepsi benzer manaları ifade eder. Sıfatları hakiki ve zahiri manalarıyla kabul etmek mecazı ve tevili ortadan kaldırdığı gibi tefvidi de ortadan kaldırmaktadır. Böylece gerek Mufavvidanın gerekse Müevvile’nin akidelerinin selefle bir alakası olmadığı ortaya çıkmaktadır.
23- İbn Abdilberr (v. 463): Ümmetin icma ve ihtilaf ettiği konuları en iyi bilen alimlerden birisi olan bu alim bu hususta şöyle demektedir:
أهل السنة مجموعون عَلَى الْإِقْرَارِ بِالصِّفَاتِ الْوَارِدَةِ كُلِّهَا فِي الْقُرْآنِ وَالسُّنَّةِ وَالْإِيمَانِ بِهَا وَحَمْلِهَا عَلَى الْحَقِيقَةِ لَا عَلَى الْمَجَازِ إِلَّا أَنَّهُمْ لَا يُكَيِّفُونَ شَيْئًا مِنْ ذَلِكَ وَلَا يَحُدُّونَ فِيهِ صِفَةً مَحْصُورَةً وَأَمَّا أَهْلُ الْبِدَعِ وَالْجَهْمِيَّةُ وَالْمُعْتَزِلَةُ كُلُّهَا وَالْخَوَارِجُ فَكُلُّهُمْ يُنْكِرُهَا وَلَا يَحْمِلُ شَيْئًا مِنْهَا عَلَى الْحَقِيقَةِ وَيَزْعُمُونَ أَنَّ مَنْ أَقَرَّ بِهَا مُشَبِّهٌ وَهُمْ عِنْدَ مَنْ أَثْبَتَهَا نَافُونَ لِلْمَعْبُودِ وَالْحَقُّ فِيمَا قَالَهُ الْقَائِلُونَ بِمَا نَطَقَ بِهِ كِتَابُ اللَّهِ وَسُنَّةُ رَسُولِهِ وَهُمْ أَئِمَّةُ الْجَمَاعَةِ وَالْحَمْدُ لِلَّهِ
“Ehli sünnet, Kuran ve Sünnette geçen bütün sıfatları kabul etmek ve bunlara iman etmek ve de bu sıfatları mecazi manada değil hakiki manaları üzere almak hususunda icma etmiştir. Ancak şurası var ki onlar bu sıfatlardan hiç birisine keyfiyet vermezler ve o sıfatlardan herhangi birisini bir sınırla sınırlandırmazlar. Cehmiye ve Mutezile’nin tamamı ve de Haricilerin tamamı gibi bidat ehli olanlar ise bu sıfatları inkar eder ve onlardan herhangi birisini hakiki manasına hamletmezler ve de bu sıfatları kabul edenlerin (Allahı kullara benzeten) Müşebbihe olduğunu iddia ederler. Sıfatları kabul edenlerin nezdinde ise onlar Mabud’u (Allahı) inkar edenlerdir. Hakk olan ise Allahın kitabı ve Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in sünnetinin beyan ettiği şeyleri söyleyenlerdir ki bunlar Cemaat’in imamlarıdır, Allaha hamdolsun” (İbn Abdilberr, et-Temhid, 7/145)
Açıkça görüldüğü üzere İbn Abdilberr (rh.a) Ehli sünnetin sıfatları mecazi değil hakiki manaları üzere kabul etmek hususunda icma ettiğini bildirmektedir ki bu, tevilin tam zıddıdır. Ayrıca sıfatları mecazi manada tevil edenlerin ise ancak Cehmiye, Mutezile ve Hariciler gibi sapık fırkalara mensup kimseler olduğunu haber vermektedir. Böylece sıfatların tevilinin Ehli sünnet ve selef arasında ihtilaflı bir konu olduğu iddiası da tümüyle boşa çıkmaktadır. Zira bu tesbitleri yapan kişi, icma ve ihtilaf konularına en iyi vakıf olan belki birkaç kişiden birisidir. Ehli sünnet arasında bu konuda en ufak bir ihtilaf vaki olsaydı bu, ondan kolay kolay gizli kalmazdı, Vallahu a’lem…
24- Hatib el Bağdadi (v. 463): Meşhur hadis ve tarih alimi olan bu zatın konu hakkında sözünü Zehebi, ondan isnadıyla şu şekilde nakletmektedir:
أَخْبَرَنَا إِسْمَاعِيلُ بْنُ عَبْدِ الرَّحْمَنِ الْعدْل أَنبأَنَا عَبْدُ اللَّهِ بْنُ أَحْمَدَ الْفَقِيهُ أَنبأَنَا الْمُبَارك بن عَليّ الصَّيْرَفِي فِي كِتَابه أَنبأَنَا مُحَمَّد بن مَرْزُوق الزَّعْفَرَانِي أَنبأَنَا الْحَافِظ أَبُو بكر الْخَطِيب رَحمَه الله قَالَ أما الْكَلَام فِي الصِّفَات فَأَما مَا رُوِيَ مِنْهَا فِي السّنَن الصِّحَاح فمذهب السّلف إِثْبَاتهَا وإجراؤها على ظواهرها وَنفي الْكَيْفِيَّة والتشبيه عَنْهَا وَالْأَصْل أَن الْكَلَام فِي الصِّفَات فرع على الْكَلَام فِي الذَّات ونحتذي فِي ذَلِك حذوه ومثاله وَإِذا كَانَ مَعْلُوما إِثْبَات رب الْعَالمين إِنَّمَا هُوَ إِثْبَات وجود لَا إِثْبَات تَحْدِيد وتكييف فَكَذَلِك إِثْبَات صِفَاته إِنَّمَا هُوَ إِثْبَات وجود لَا إِثْبَات تَحْدِيد وتكييف
فَإِذا قُلْنَا يَد وَسمع وبصر فَإِنَّمَا هُوَ إِثْبَات صِفَات أثبتها الله لنَفسِهِ وَلَا نقُول أَن معنى الْيَد الْقُدْرَة وَلَا إِن معنى السّمع وَالْبَصَر الْعلم وَلَا نقُول إِنَّهَا جوارح وأدوات للْفِعْل وَلَا نشبهها بِالْأَيْدِي والأسماع والأبصار الَّتِي هِيَ جوارح وأدوات للْفِعْل ونقول إِنَّمَا وَجب إِثْبَاتهَا لِأَن التَّوْقِيف ورد بهَا وَوَجَب نفي التَّشْبِيه عَنْهَا
“(İsnadı zikrettikten sonra) Sıfatlara dair söyleneceklere gelince; selefin izlediği yol bunları ispat etmek ve zahirleri üzerine almaktır. Ayrıca keyfiyet ve teşbihi bunlar hakkında kabul etmemektir. Sıfatlar hakkında yapılacak açıklama, zat ile ilgili yapılan açıklamanın bir ayrıntısıdır. Biz bu konuda da aynı yolu izleriz. Âlemlerin Rabbini kabul etmek demek, O’nun varlığını da kabul etmek demektir ve bu kabul ediş bir sınırlandırma ve keyfiyetlendirme ile kabul ediş değildir. Bu böyle bilindiğine göre, O’nun sıfatlarını kabul etmek de aynı şekildedir. Bu ancak onların varlıklarını kabul etmektir. Yoksa bir sınırlandırma ve bir keyfiyetlendirme anlamında bir kabul değildir. Buna göre biz el, işitmek, görmek dediğimiz vakit, bu sadece Yüce Allah’ın kendi zatı hakkında sabit olduklarını belirttiği sıfatların varlığını kabul etmekten ibarettir. Bizler el, kudret anlamındadır, işitmek ve görmenin anlamı da ilimdir, demeyiz. Aynı şekilde bunların organ olduklarını ve onlarla ilgili fiili işlemenin araçları olduklarını da söylemeyiz. Bunları organ olan ellere, kulaklara, gözlere benzetmeyiz ve şöyle deriz: Bunları kabul etmenin vacib oluşu, bu sıfatların varlığı ile ilgili nassın bulunmasından dolayıdır. Bunların yaratılmışların sıfatlarına benzemediğini kabul etmek de vaciptir.” (el-Uluvv, sf 253, Türkçesinde sf 301)
Görüldüğü üzere selefin mezhebinin sıfatları zahirleri üzere icra etmek olduğunu ifade etmiş ve ardından elden kasıd kudrettir tarzı şeyler söylenemeyeceğini de belirtmiştir. Organ, alet vs lafızları ise zikretmemesi daha evla olacaktı…
25- İmam Begavi (v. 516): Muhy’is Sunne yani sünneti dirilten lakaplı bu alim, konuyla alakalı şöyle demektedir:
وَفِي حَدِيثِ أَنَسٍ، وَغَيْرِهِ: «اللَّهُ أَفْرَحُ بِتَوْبَةِ عَبْدٍ مِنْ أَحَدِكُمْ يَسْقُطُ عَلَى بَعِيرِهِ وَقَدْ أَضَلَّهُ فِي أَرْضِ فَلاةٍ».
فَهَذِهِ وَنَظَائِرُهَا صِفَاتٌ لِلَّهِ عَزَّ وَجَلَّ، وَرَدَ بِهَا السَّمْعُ، يَجِبُ الإِيمَانُ بِهَا، وَإِمْرَارُهَا عَلَى ظَاهِرِهَا مُعْرِضًا فِيهَا عَنِ التَّأْوِيلِ، مُجْتَنِبًا عَنِ التَّشْبِيهِ، مُعْتَقِدًا أَنَّ الْبَارِي سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى لَا يُشْبِهُ شَيْءٌ مِنْ صِفَاتِهِ صِفَاتِ الْخَلْقِ، كَمَا لَا تُشْبِهُ ذَاتُهُ ذَوَاتِ الْخَلْقِ، قَالَ اللَّهُ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى: {لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ} [الشورى: 11].
وَعَلَى هَذَا مَضَى سَلَفُ الأُمَّةِ وَعُلَمَاءُ السُّنَّةِ، تَلَقَّوْهَا جَمِيعًا بِالإِيمَانِ وَالْقَبُولِ، وَتَجَنَّبُوا فِيهَا عَنِ التَّمْثِيلِ وَالتَّأْوِيلِ، وَوَكَلُوا الْعِلْمَ فِيهَا إِلَى اللَّهِ عَزَّ وَجَلَّ، كَمَا أَخْبَرَ اللَّهُ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَنِ الرَّاسِخِينَ فِي الْعِلْمِ، فَقَالَ عَزَّ وَجَلَّ: {وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا} [آل عمرَان: 7].
قَالَ سُفْيَانُ بْنُ عُيَيْنَةَ: كُلُّ مَا وَصَفَ اللَّهُ تَعَالَى بِهِ نَفْسَهُ فِي كِتَابِهِ، فَتَفْسِيرُهُ قِرَاءَتُهُ، وَالسُّكُوتَ عَلَيْهِ، لَيْسَ لأَحَدٍ أَنْ يُفَسِّرَهُ إِلا اللَّهُ عَزَّ وَجَلَّ وَرُسُلُهُ.
وَسَأَلَ رَجُلٌ مَالِكَ بْنَ أَنَسٍ عَنْ قَوْلِهِ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى: {الرَّحْمَنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى} [طه: 5] كَيْفَ اسْتَوَى؟ فَقَالَ: الاسْتِوَاءُ غَيْرُ مَجْهُولٍ، وَالْكَيْفُ غَيْرُ مَعْقُولٍ، وَالإِيمَانُ بِهِ وَاجِبٌ، وَالسُّؤَالُ عَنْهُ بِدْعَةٌ، وَمَا أَرَاكَ إِلا ضَالًّا، وَأَمَرَ بِهِ أَنْ يُخْرَجَ مِنَ الْمَجْلِسِ.
وقَالَ الْوَلِيدُ بْنُ مُسْلِمٍ: سَأَلْتُ الأَوْزَاعِيَّ، وَسُفْيَانَ بْنَ عُيَيْنَةَ، وَمَالِكَ بْنَ أَنَسٍ عَنْ هَذِهِ الأَحَادِيثِ فِي الصِّفَاتِ وَالرُّؤْيَةِ، فَقَالَ: أَمِرُّوهَا كَمَا جَاءَتْ بِلا كَيْفٍ.
وَقَالَ الزُّهْرِيُّ: عَلَى اللَّهِ الْبَيَانُ، وَعَلَى الرَّسُولِ الْبَلاغُ، وَعَلَيْنَا التَّسْلِيمُ.
وَقَالَ بَعْضُ السَّلَفِ: قَدَمُ الإِسْلامِ لَا تَثْبُتُ إِلا عَلَى قَنْطَرَةِ التَّسْلِيمِ.
قَالَ أَبُو الْعَالِيَةِ: {ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاءِ} [الْبَقَرَة: 29] ارْتَفَعَ فَسَوَّى خَلْقَهُنَّ.
وَقَالَ مُجَاهِدٌ: {اسْتَوَى} [الْبَقَرَة: 29]: عَلا عَلَى الْعَرْشِ.
“Enes hadisi ve başkalarında şöyle gelmiştir: Allah, içinizden bir kulun tevbesine, çölde devesini kaybedip de tekrar bulan kişinin sevincinden daha çok sevinir. İşte bu ve benzerleri Allah Azze ve Celle’nin sıfatlarıdır. Bu hususta sem’i yani nakle dayalı şeri deliller gelmiştir. Bunlara iman etmek ve de tevilden yüz çevirmek, teşbihten de kaçınmak suretiyle bunları zahirleri üzere kabul etmek gerekir. Her şeyi yoktan var eden Allah Subhanehu ve Teala’nın zatının mahlukatın zatlarına benzemediği gibi, sıfatlarından hiçbir şeyin de mahlukatın sıfatlarına benzemediğine inanmak gerekir. Allah Subhanehu şöyle buyurmaktadır:
‘Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir ve bilendir.’ (Şura: 11)
İşte bu ümmetin selefi ve sünnet alimleri bu akide üzere yaşamışlardır. Onlar, bu sıfatların hepsini kabul ve iman ile karşılamışlardır. Bu hususta tevil ve temsilden, benzetmeden kaçınmışlardır. Bunların ilmini Allah Azze ve Celle’ye havale etmişlerdir. Tıpkı, Allah Subhanehu ve Teala’nın ilimde derinleşenler hakkında buyurduğu gibi:
‘İlimde derinleşenler ise biz ona iman ettik, hepsi Rabbimizin katındandır, derler.’ (Ali İmran: 7)
Süfyan bin Uyeyne (ra) şöyle demiştir: ‘Allah’ın kendisini kitabında vasfettiği her şeyin tefsiri onları okumak ve onlar hakkında sükut etmek, susmaktır. Allah Azze ve Celle ve de Rasullerinden başka hiç kimseye bunun tefsirini yapmak düşmez.’
Bir adam Malik’e Allah Subhanehu ve Teala’nın ‘Rahman Arşa istiva etti (tahta çıktı)’ (Taha: 5) ayeti hakkında ‘nasıl istiva etti’ diye sorunca o, şöyle dedi: ‘İstiva bilinen bir şeydir, bunun nasıl olduğu ise akledilemez. Ona iman etmek vaciptir, bu hususta soru sormak ise bidattir. Ben seni ancak sapmış birisi olarak görüyorum!’ Sonra adamın meclisten çıkarılmasını emretti.
Velid bin Müslim de dedi ki: Ben, Evzai, Süfyan bin Uyeyne ve Malik bin Enes’e bu rüyet (Allah’ın görülmesi) ve sıfatlar hakkındaki hadisleri sorduğum zaman şöyle dediler: ‘Onları nasıl demeden, geldikleri gibi kabul edip geç!’
Zühri ise şöyle dedi: Beyan etmek Allah’a, tebliğ edip duyurmak Rasul’e, teslim olmak ise bize aittir.
Ebu’l Aliye ‘Sonra göğe istiva etti (yükseldi)’ (Bakara: 29) kavli hakkında şöyle dedi: Yükseldi ve onların yaratılışını düzenledi.
Mücahid ise ‘İstiva etti’ kavlini ‘Arşın (tahtın) üzerine yükseldi’ olarak açıklamıştır.” (Begavi, Şerh’us Sunne, 1/170-171)
Açıkça görüldüğü üzere Begavi (rh.a) selefin sıfatlar konusundaki mezhebinin, onları zahiri manaları üzere kabul etmek olduğunu söylemiş ve sonra Süfyan’ın, Malik’in ve diğerlerinin sözlerini bu hususu desteklemek amacıyla nakletmiştir. İşte bu, selefin mezhebinin tevil de tefvid de olmadığını göstermektedir. Çünkü bunların hepsi zahire muhaliftir. Begavi’nin sözleri aynı şekilde Süfyan (ra)’ın sıfatların tefsiri, onların okunuşudur sözünün, sıfatları dildeki zahiri manalarına göre tefsir etmek manasında olduğunu göstermektedir. Nitekim selefin bu yöndeki kavillerini zikrettikten sonra Mücahid ve Ebul Aliye’nin istivayı yükselmek olarak tefsir eden kavillerini nakletmektedir. Bu, açıkça Begavi’nin muradının sıfat naslarının Arap dilindeki zahiri manalarına göre tefsir edilmesi ve bu zahire muhalif istila vb tefsirlere gidilmemesi olduğunu göstermektedir. Eğer Begavi’nin amacı sıfat naslarının lügatteki zahiri manalarına göre dahi olsa tefsirini tümden nehyetmek olsaydı, sözün sonunda istivanın tefsirine dair selefin kavillerini zikretmesinin bir anlamı olmazdı.
26- Ebu’l Kasım el Asbahani (v. 535): Zehebi’nin el-Uluvv kitabında kendisi ile alakalı bölümde naklettiğine göre Kıvam’us Sunne lakaplı bu alim şöyle demektedir:
قَالَ الإِمَام الْحَافِظ أَبُو الْقَاسِم إِسْمَاعِيل بن مُحَمَّد بن الْفضل التَّيْمِيّ الطلحي الْأَصْبَهَانِيّ مُصَنف التَّرْغِيب والترهيب وَقد سُئِلَ عَن صِفَات الرب فَقَالَ مَذْهَب مَالك وَالثَّوْري وَالْأَوْزَاعِيّ وَالشَّافِعِيّ وَحَمَّاد ابْن سَلمَة وَحَمَّاد بن زيد وَأحمد وَيحيى بن سعيد الْقطَّان وَعبد الرَّحْمَن بن مهْدي وَإِسْحَاق بن رَاهَوَيْه أَن صِفَات الله الَّتِي وصف بهَا نَفسه وَوَصفه بهَا رَسُوله من السّمع وَالْبَصَر وَالْوَجْه وَالْيَدَيْنِ وَسَائِر أَوْصَافه إِنَّمَا هِيَ على ظَاهرهَا الْمَعْرُوف الْمَشْهُور من غير كَيفَ يتَوَهَّم فِيهَا وَلَا تَشْبِيه وَلَا تَأْوِيل قَالَ ابْن عُيَيْنَة كل شَيْء وصف الله بِهِ نَفسه فقراءته تَفْسِيره
ثمَّ قَالَ أَي هُوَ على ظَاهره لَا يجوز صرفه إِلَى الْمجَاز بِنَوْع من التَّأْوِيل
İmam, Hafız, Ebu’l Kasım İsmail bin Muhammed bin Fadl et-Teymi et-Talhi el Asbahani –ki Tergib ve Terhib adlı eserin yazarıdır- kendisine Rabbin sıfatları sorulduğunda şöyle demiştir:
“Malik, Sevri, Evzai, Şafii, Hammad bin Seleme, Hammad bin Zeyd, Ahmed, Yahya bin Said el Kattan, Abdurrahman bin Mehdi ve İshak bin Rahuye’nin görüşü şöyleydi: Allah’ın kendisini vasfettiği ve Rasulünün de vasfettiği işitme, görme, yüz, iki el ve sair sıfatları keyfiyet vermeksizin, teşbih ve tevile gitmeksizin, bilinen ve meşhur olan zahirleri üzeredir. Süfyan bin Uyeyne, Allah’ın kendisini vasfettiği her şeyin okunuşu, tefsiridir, demiştir.”
El-Asbahani sonra şöyle demiştir:
“Yani zahiri üzeredir. Herhangi bir tevil yoluyla mecaz anlamına yorumlanması caiz değildir.” (el-Uluvv, sf 263)
Açıkça görüldüğü üzere selefin sıfatlar hakkındaki görüşünün onları zahiri manaları üzere kabul etmek olduğunu söylemekte ve Süfyan’ın “okunuşu onun tefsiridir” sözünü bu sıfatların zahiri manaları üzere olduğu şeklinde açıklamaktadır ki zaten sözün siyakı da bunu gerektirmektedir. Çünkü sıfatların tefsiri, onun okunuşudur demek okunduğu gibi yani okunduğu zaman ilk akla gelen mana ile tefsir edilir demektir. Ayrıca Süfyan, Allah’ın kendisini vasfettiği her şeyin okunuşu, tefsiridir, demiştir. Yani bu kaideyi bütün sıfatlar için zikretmiştir. Sadece batıl ehlinin “zahiri teşbih vehmi uyandıran” ismini verdiği haberi sıfatlar için zikretmemiştir. Nitekim İmam Asbahani bu sözü naklettiği yerde de el ve yüzün yanı sıra işitme ve görme sıfatlarını da zikretmiştir. Böylece anlaşılmaktadır ki Allahu Teala’nın işitme, görme, bilme gibi sıfatları selef nezdinde nasıl anlaşılıyorsa istiva, nüzül, göz, ayak gibi sıfatları da aynı şekilde anlaşılır yani zahiri manalarına göre alınırlar, tevil edilmezler, keyfiyetleri ise Allaha havale edilir.
27- İbn Kudame (v.620): Meşhur Hanbeli fakihlerinden olan bu zat, tevilin kınanması ile alakalı ‘Zemm’ut Tevil’ isminde müstakil bir eser kaleme almış ve orada bu hususu delil ve nakiller ışığında geniş olarak ele almıştır. Tevilin selefin icmasına muhalif olduğuna dair geniş bilgi edinmek isteyenler bu kitaba müracaat edebilir. O, bu hususta Zemm’ut Tevil adlı eserinin girişinde (sf 11) şöyle demektedir:
وَمذهب السّلف رَحْمَة الله عَلَيْهِم الْإِيمَان بِصِفَات الله تَعَالَى وأسمائه الَّتِي وصف بهَا نَفسه فِي آيَاته وتنزيله أَو على لِسَان رَسُوله من غير زِيَادَة عَلَيْهَا وَلَا نقص مِنْهَا وَلَا تجَاوز لَهَا وَلَا تَفْسِير وَلَا تَأْوِيل لَهَا بِمَا يُخَالف ظَاهرهَا وَلَا تَشْبِيه بِصِفَات المخلوقين وَلَا سمات الْمُحدثين بل أمروها كَمَا جَاءَت وردوا علمهَا إِلَى قَائِلهَا وَمَعْنَاهَا إِلَى الْمُتَكَلّم بهَا
وَقَالَ بَعضهم ويروى ذَلِك عَن الشَّافِعِي رَحْمَة الله عَلَيْهِ آمَنت بِمَا جَاءَ عَن الله على مُرَاد الله وَبِمَا جَاءَ عَن رَسُول الله على مُرَاد رَسُول الله صلى الله عَلَيْهِ وَسلم
وَعَلمُوا أَن الْمُتَكَلّم بهَا صَادِق لَا شكّ فِي صدقه فصدقوه وَلم يعلمُوا حَقِيقَة مَعْنَاهَا فَسَكَتُوا عَمَّا لم يعلموه وَأخذ ذَلِك الآخر وَالْأول ووصى بَعضهم بَعْضًا بِحسن الإتباع وَالْوُقُوف حَيْثُ وقف أَوَّلهمْ وحذروا من التجاوز لَهُم والعدول عَن طريقهم وبينوا لَهُم سبيلهم ومذهبهم ونرجوا أَن يجعلنا الله تَعَالَى مِمَّن اقْتدى بهم فِي بَيَان مَا بَينُوهُ وسلوك الطَّرِيق الَّذِي سلكوه
“-Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun- selefin mezhebi; Allah’ın ayetlerinde veya rasulünün dili üzere kendisini vasfettiği sıfatlarına ve isimlerine; onları arttırmadan, eksiltmeden, haddi aşmadan (veya mecaza hamletmeden), zahirlerine muhalif olarak tefsir ve tevil etmeden, mahlukların sıfatlarına benzetmeden, muhdeslerin alametlerini vermeden iman etmektir. Bilakis onlar (bu nassları) geldiği gibi kabul edip geçmiş, onların ilmini onları söyleyene, manalarını da onları konuşana havale etmişlerdir.
Seleften bazıları şöyle demiştir -bu, Şafii’den de rivayet olunmuştur-: “Allah’tan ve rasulünden gelenlere Allah’ın ve rasulünün muradı üzere iman ettim.”
Onlar, bunları söyleyenin doğru sözlü olduğunu, doğruluğunda şüphe bulunmadığını bilip onu tasdik ettiler, bunların manasının hakikatını bilmediler ve bilmedikleri konuda sustular. Onlardan sonra gelenler kendilerinden öncekilerden bunu aldılar. Onlar birbirlerine kendilerinden daha öncekilere güzellikle uymayı, onların durduğu yerde durmayı tavsiye ettiler. Onların söylediklerini aşmaktan, onların yolundan ayrılmaktan birbirlerini sakındırdılar. Bize de onların yolunu ve mezhebini açıkladılar. Allah’tan bizi, onların açıkladıklarını açıklama konusunda onları kendine örnek alanlardan ve onların uymuş olduğu yola uyanlardan kılmasını diliyorum.”
Açıkça görülüyor ki İbn Kudame (rh.a) sıfat naslarının zahirine muhalif olarak yapılan her tür tevil ve tefsiri reddetmektedir ve de bunun selefin icmasına muhalif olduğunu beyan etmektedir. Bu tevil ister zahiri manadan Allahı tenzih etmekle yetinme manasında icmali tevil olsun, isterse de bunun üstüne zahiri manaya muhalif başka açıklamalar ilave etmek manasında tafsili tevil olsun farketmez. Onun nezdinde sıfatlar, zahiri manaları üzeredir ve bunu kabul etmeyen her akide de ister tefvid olsun isterse de tevil olsun onun nezdinde merduddur.
İbarede geçen “bunların manasının hakikatını bilmediler.” Sözüne gelince; burada bilinmeyen şey “hakiki manası” değil, manasının hakikatidir yani tam detayıdır, künhüdür, keyfiyetidir. Yoksa Ehli sünnet, yukarda İbn Abdilberr ve başkalarının ifade ettiği gibi sıfat nasslarının hakiki ve zahiri manaları üzere olduğunda, mecaz olmadığında icma etmişlerdir.
“Onların ilmini onları söyleyene, manalarını da onları konuşana havale etmektir.” İfadesine gelince; burada mananın bilinmediğine delalet eden bir şey yoktur. Elbette ki sıfat nasslarının ilmi Allaha havale edilir, manalarını da en iyi Allah bilir. Burada başka ne denebilir ki? Kuran ve sünnette geçen sıfatlarla alakalı ve diğer konularla alakalı nassların manasını Allah’tan daha iyi bilen bir kimse olabilir mi? Nitekim devamında zikrettiği şu ifadeler de bunu desteklemektedir: Seleften bazıları şöyle demiştir -bu, Şafii’den de rivayet olunmuştur-: “Allah’tan ve rasulünden gelenlere Allah’ın ve rasulünün muradı üzere iman ettim.” Bu söylenen şey, sıfatlar ve diğer bütün konularda Ehli sünnetin usulünü özetlemektedir. Alim de zaten buraya işaret ediyor ve kelamcıların bu nassları Allah’ın hakkında delil indirmediği şekilde yorumlamasına itiraz ediyor ki zaten kitabının konusu da budur.
28- Zehebi (v. 748): Bu alim “Uluvv” adlı eserinde Kadı Ebu Ya’la’nın sıfatların zahiri manaları üzere kabul edilmesi gerektiğine dair sözlerini naklettikten sonra şöyle demektedir:
قلت الْمُتَأَخّرُونَ من أهل النّظر قَالُوا مقَالَة مولدة مَا علمت أحدا سبقهمْ بهَا
قَالُوا هَذِه الصِّفَات تمر كَمَا جَاءَت وَلَا تَأَول مَعَ اعْتِقَاد أَن ظَاهرهَا غير مُرَاد فتفرع من هَذَا أَن الظَّاهِر يَعْنِي بِهِ أَمْرَانِ أَحدهمَا أَنه لَا تَأْوِيل لَهَا غير دلَالَة الْخطاب كَمَا قَالَ السّلف الاسْتوَاء مَعْلُوم
وكما قَالَ سُفْيَان وَغَيره قرَاءَتهَا تَفْسِيرهَا
يَعْنِي أَنَّهَا بَيِّنَة وَاضِحَة فِي اللُّغَة لَا يبتغى بهَا مضائق التَّأْوِيل والتحريف
وَهَذَا هُوَ مَذْهَب السّلف مَعَ اتِّفَاقهم أَيْضا أَنَّهَا لَا تشبه صِفَات الْبشر بِوَجْه إِذْ الْبَارِي لَا مثل لَهُ لَا فِي ذَاته وَلَا فِي صِفَاته
الثَّانِي أَن ظَاهرهَا هُوَ الَّذِي يتشكل فِي الخيال من الصّفة كَمَا يتشكل فِي الذِّهْن من وصف الْبشر فَهَذَا غير مُرَاد
فَإِن الله تَعَالَى فَرد صَمد لَيْسَ لَهُ نَظِير وَإِن تعدّدت صِفَاته فَإِنَّهَا حق وَلَكِن مَا لَهَا مثل وَلَا نَظِير فَمن ذَا الَّذِي عاينه ونعته لنا وَمن ذَا الَّذِي يَسْتَطِيع أَن ينعَت لنا كَيفَ يسمع كَلَامه
“Derim ki: Nazar (kelam) ehli olan müteahhirler sonradan ortaya çıkmış bir görüş ileri sürmüşlerdir. Bu görüşü onlardan önce kimsenin ileri sürmüş olduğunu bilmiyorum. Derler ki: Bu sıfatlar geldiği gibi kabul edilir, te’vil edilmez. Bununla birlikte zahirlerinin kastedilmediğine inanılır.
İşte buradan zahir ile iki hususun kastedildiği anlamı çıkmaktadır:
Birincisi, bunların selefin dediği şekilde hitabın delâleti dışında bir te’vili yoktur. Yani istivâ bilinen bir şeydir. Süfyân ve başkalarının dedikleri gibi onun okunması, onun tefsiridir yani bu buyruk dil açısından açık seçiktir. Bunlar için te’vil ve tahrifin dar boğazlarına girilemez. İşte selefin mezhebi budur. Bununla birlikte onlar ayrıca bunların hiçbir şekilde insanların sıfatlarına benzemediklerini de ittifakla kabul etmiştir. Çünkü yaratıcının ne zatı itibariyle, ne de sıfatlarında hiçbir benzeri yoktur.
İkincisi, hayalde bu sıfatlar ile ilgili olarak oluşan bunların zahirleridir. Tıpkı insan zihninde insanın vasıfları ile ilgili olarak oluşan tasavvur gibi. Bu ise kastedilmiş olamaz. Çünkü Allah-u Teâlâ bir ve tektir, sameddir, O’nun benzeri yoktur. Sıfatları çok olsa dahi hepsi haktır. Ama bu sıfatların eşi ve benzeri bulunmaz. Onu görüp de bize niteliklerini anlatabilen kimdir ki? O’nun kelâmının nasıl işitilmiş olduğunu kim bize anlatabilir ki?” (el-Uluvv, sf 251; Türkçesi için bkz. 298-299)
İşte bunlar, Zehebi (rh.a)’dan Mufavvidaya ve aslında Muharrife olan Müevvile’ye açık bir reddiyedir. Çünkü sıfat naslarının zahirleri üzere olduğunu ve bunları tevil ve tahrif etmemenin ise selef mezhebi olduğunu beyan etmektedir. Görüldüğü üzere selefin mezhebinin tevili reddetmekle beraber sıfat naslarının zahiri manalarını da reddetmek olduğunu iddia eden kimseleri inkar etmektedir. Eşarilerden Nevevi, Beycuri gibi alimlerin bu yöndeki kavillerini daha önce zikretmiştik. Bu, Zehebi’ye göre tamamen muhdes bir kavildir ve selefe ait olmayan bir iftiradır. Üstelik o “zahir” kavramını ikiye ayırmakta ve sıfat naslarından dini bilmeyen cahillerin anladığı teşbih ve temsil içerikli zahirin reddedileceğini, lugatta akla ilk gelen mana anlamındaki zahirin ise kabul edileceğini söylemektedir. Birinci manadaki zahirin reddedileceğini kendisi de kabul etmektedir. Şu halde müteahhirun kelamcılarının reddettiği zahir bu değildir, bilakis onlar lugavi manayı reddetmektedirler. Zehebi de buna itiraz etmekte ve onlar hakkında hüsnü zan etmemektedir, yani onların bizzat lugavi manayı inkar ettiklerini ve bu surette selefin mezhebine muhalefet ettiklerini söylemektedir. Böylece selefin mezhebinin sıfat nasslarını bizzat lügat manaları üzere kabul etmek olduğu da ortaya çıkmaktadır.
Aynı eserinin başka bir yerinde ise Hatib el Bağdadi (rh.a)’ın sıfatların zahirleri üzere icra edileceği yönündeki sözünü naklettikten sonra şöyle demektedir:
وَهَذَا الَّذِي علمت من مَذْهَب السّلف وَالْمرَاد بظاهرها أَي لَا بَاطِن لألفاظ الْكتاب وَالسّنة غير مَا وضعت لَهُ كَمَا قَالَ مَالك وَغَيره الاسْتوَاء مَعْلُوم وَكَذَلِكَ القَوْل فِي السّمع وَالْبَصَر وَالْعلم وَالْكَلَام والإرادة وَالْوَجْه وَنَحْو ذَلِك هَذِه الْأَشْيَاء مَعْلُومَة فَلَا نحتاج إِلَى بَيَان وَتَفْسِير لَكِن الكيف فِي جَمِيعهَا مَجْهُول عندنَا وَالله أعلم
“Benim selefin mezhebinden bilip öğrendiğim budur. Bu sıfatların zahirleri ile kastedilen de budur. Yani kitap ve sünnetteki lafızların kullanıldıkları anlam dışında bâtınî bir anlamları yoktur. Nitekim Mâlik ve başkaları şöyle demiştir: İstivânın ne olduğu bilinmektedir. İşte semî’, basar, ilim, kelâm, irâde yüz ve benzeri sıfatlar hakkında söylenecekler de bunlardır. Bunlar bilinen şeylerdir. Dolayısıyla bunun ayrıca açıklamaya ve tefsire ihtiyaçları yoktur, fakat bunların hepsi hakkında geçerli olmak üzere keyfiyet, bizim için bilinmeyen bir şeydir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.” (el-Uluvv, sf 254, Türkçesinde sf 302)
Burada da açıkça sıfatların zahir manaları üzere olduğunu ve bu manaların bilinmekte olduğunu, lakin bilinmeyen şeyin ise keyfiyet olduğunu ifade etmiş, bu sıfatların zahiri manaya muhalif şekilde tefsir edilmesine gerek olmadığını beyan ederek bütün bunları selefe izafe etmiştir. Burada Zehebi’nin işitme, görme gibi sıfatlar ile yüz gibi –zahiri teşbih ifade ettiği iddia edilen- haberi sıfatlara aynı hükmü vermesine dikkat edilmelidir. Halbuki Mufavvida ve Müevvile birinci sınıf ile ikinci sınıfı birbirinden ayırır. İşitme görme gibi sıfatların zahirleri üzere olduğunu söylerlerken haberi sıfatların ise zahiri üzere olmadığını söylerler. Zehebi ise hepsinin zahiri manası üzere olduğunu ve bu mananın malum olduğunu, ancak bunlardan hiç birinin keyfiyetinin bilinmeyeceğini ifade etmektedir. Yine –tıpkı Kuranın zahiri ve batini manaları olduğunu ve aslında Kuranın zahirinin kasdedilmediğini iddia eden Batini fırkasının söylediğine benzer şekilde- sıfat naslarının insanlar tarafından bilinmeyen batini bir manasının olduğu iddiasını da açıkça reddetmektedir.
29- Hafız İbn Receb (v. 795): Hanbelilerin büyüklerinden olan bu alim şöyle demiştir:
والصواب ما عليه السلف الصالح من إمرار آيات الصفات وأحاديثها كما جاءت من غير تفسير لها ولا تكييف ولا تمثيل، ولا يصح من أحد منهم خلاف ذلك البتة خصوصاً الإمام أحمد، ولا خوض في معانيها، ولا ضرب مثل من الأمثال لها
“Doğrusu ise selefin üzerinde bulunduğu yoldur ki o da sıfat ayetlerini ve hadislerini tefsir etmeden, keyfiyetlendirmeden, benzetmeden geldiği gibi kabul etmektir. Onlardan bunun zıddı hiçbir şey onlardan, bilhassa da İmam Ahmed’den sahih olarak gelmemiştir. Yine manalarına dalmadan ve onlara misal vermeden (kabul etmek gerekir)” (Fadlu İlm’is Selef ale’l Halef, sf 55-56)
İbn Receb, burada selefin sıfatları tefsir yani tevil ettiğine dair hiçbir sahih haber olmadığını açıkça ifade etmekte ve onların mezhebinin sıfatlara mana vermeden şman etmek olduğunu izah etmektedir. Onun manadan kasdı ise zahire muhalif tevillerdir.
30- Alusi (v. 1270): Son dönem müfessirlerinden olan bu zat, sıfatları tevil etmeme hususundaki selefin icmasını şu şekilde dile getirmektedir:
فقلت يا مولاي يشهد لحقية مذهب السلف في المتشابهات وهو إجراؤها على ظواهرها مع التنزيه) ليس كمثله شيء (إجماع القرون الثلاثة الذين شهد بخيرتهم خير البشر صلى الله تعالى عليه وسلم وهو يدل على أن الشارع أراد بها ذلك
“…Dedim ki ey Mevlam, bu kişi müteşabihler hususunda selefin mezhebinin doğruluğuna şahitlik ediyor ki o da bunları tenzih ile beraber zahirleri üzere icra etmektir. Onun benzeri hiçbir şey yoktur. İnsanlığın en hayırlısının (sallallahu aleyhi ve sellem), hayır üzere olduklarına şahitlik ettikleri üç neslin icması, Şari’nin (yani Allahu Teala’nın) muradının da bu olduğunu gösterir.” (Garaib’ul İgtirab)
Alusi, kendisi esas itibariyle tasavvuf meyilli bir Maturidi alimi olduğu halde sıfatlar konusunda selefin görüşüne meyletmekte ve bunun da sıfatları zahirleri üzere kabul etmek olduğunu beyan etmektedir. Selefin bu hususta icma ettiğini de açıkça tasrih etmektedir.
İşte bunlar, selefin sıfatlar hususunda akidesinin sıfatları zahiri ve hakiki manaları üzere kabul etmek ve buna aykırı olan gerek mecaz ve tevil, gerekse tefvid tarzı bütün usulleri reddetmek olduğunu, sıfatları zahiri ve hakiki anlamlarından çıkartarak gerek icmali gerekse tafsili anlamda tevil etmenin ise Cehmiye ve Mutezile gibi bidat fırkalarının icad ettiği bir görüş olduğunu gösteren nakiller olup hepsi de ya doğrudan ya da dolaylı olarak selefin icmasına delalet etmektedir. Bu tevil görüşünün bidat ehline izafe edilmesi başlı başına icmanın şahididir, zira selef arasında –birilerinin iddia ettiği gibi- tevil yapanlar olsaydı bu görüş Cehmiye’ye vesaireye nisbet edilmezdi, seleften hangi alime aitse ona nisbet edilirdi. Biz burada selefin tevili terkettiğini gösteren 30 adet hatta daha fazla icma zikretmiş olduk ki bunların hepsi birbirini takviye etmektedir. Seleften bazılarının tevil yaptığı iddiası ise bazı tahkik ehli olmayan kimselerin birtakım rivayetleri kendi kafalarına göre yorumlamasından kaynaklanan bir vehimden ibarettir. Kelamcıların muhakkikleri bile bunu kabul etmezler. Seleften tevil yapanlar olsaydı, bu ilim ehli nezdinde meşhur ve bilinen bir hakikat olurdu, ancak durum bunun tam aksidir. Velhamdulillahi Rabbil alemin.