Günümüzde bazı kimseler sözkonusu Aişe hadisini büyük şirkte cehalet mazeret olduğuna delil getirmeye çalışırlar. Halbuki görüldüğü üzere hadisin metninde şirkle alakalı birşey olmadığı gibi hadisten cehaletin özür olduğunu istidlal eden alimler bunu ancak Allahın sıfatlarında cehalete dair delil getirirler. Alimlerden hiç kimse bunun şirk hususundaki cehaletle alakalı delil olduğunu söylememiştir. Bu, hiç bir selefi olmayan, batıllığı açık olan bir bir iddiadır. Buna verilecek cevap yukarda zikredilen kudret hadisiyle alakalı cevabın aynısıdır. Bu hususta açıklamalar yeterince geçmiş olduğundan dolayı biz daha ziyade güya cehaletin dinin aslında mazeret olmadığını savunmak gayesiyle kalem oynatan ve Aişe hadisi hakkında ve de İbn Teymiye'nin bu hadise yaptığı yorum hakkında ileri geri konuşan bazı kimselerin iddialarını ele almak istiyoruz. Bu iddiacılardan birisi olan "Ziyaeddin el Kudsi" müstear isimli şahıs "Büyük Şirkte Cehalet Mazeret Değildir" adlı kitabında Aişe hadisini naklettikten sonra şu iddialarda bulunmaktadır:
"Büyük şirkte cehaletin mazeret olduğunu söyleyenler bu hadisi delil olarak gösterdikten sonra şöyle dediler:
“İşte bakın! Mü’minlerin annesi olan Aişe (radiyallahu anh), Rasulullah (s.a.s)’a: “İnsanlar bir şeyi gizlediklerinde Allah (celle celaluhu) onu bilir mi?” diye sordu. Rasulullah (s.a.s) de ona: “Evet” dedi. İşte bu gösteriyor ki; Aişe (radiyallahu anh), Allah (celle celaluhu)’ın insanların gizlediklerini de bildiğini bilmiyor. İşte onun bu cehaleti sebebiyle Rasulullah (s.a.s), ona küfür hükmü vermedi. Bu gösteriyor ki, ancak ona imanın aslıyla ilgili olan bu meselede huccet ikame edildikten sonra kabul etmeseydi kafir olurdu. Çünkü Allah (celle celaluhu)’ın her şeyi bilmediğine inanmak tıpkı Allah (celle celaluhu)’ ın her şeye kadir olduğunu bilmemek gibidir.” (Ahmed Ferid, ElUzr bi’l Cehl s: 46, İbni Teymiyye, Fetevalar c: 11 s: 409’dan nakletmiştir.)
Allah (celle celaluhu)’ın yardımıyla ben şöyle diyorum:
“Büyük şirkte cehalet mazeret diyenlerin İbni Teymiyye (radiyallahu anh)’den naklettikleri söz apaçık bir şekilde İbni Teymiyye (radiyallahu anh)’ye atılmış bir iftira olup kitaplarına sonradan sokuşturulmuştur. Bu, çok açık bir şekilde görülmektedir. Çünkü İbni Teymiyye (radiyallahu anh), Kur’an’ı Kerim ve sünneti nebeviyyenin dilinde ve Arapça’da büyük bir alimdir. Buna rağmen güya o, hadiste geçen “مهما” kelimesini soru edatı olarak görmüştür. Oysa “مهما” kelimesi kesinlikle soru edatı değildir ve İbni Teymiyye bunu çok iyi bilmektedir. Dolayısıyla bu edat; şart edatı olup, ancak te’kid ve şart bildirir. Üstelik bu kelime(مه) ve (ما) olmak üzere iki ayrı kelimenin bir araya gelmesinden oluşmuştur. Bu kelimelerden birincisi şartı, ikincisi ise te’kid için kullanılır. Bu durum gösteriyor ki; İbni Teymiyye (radiyallahu anh)’ye isnad edilen söz aslında İbni Teymiyye (radiyallahu anh)’nin sözlerine sokuşturulmuş bir sözdür. Bu sokuşturma ise batılılar (müsteşrikler) tarafından yapılmıştır. Çünkü İbni Teymiyye (radiyallahu anh)’nin kitapları kendi zamanında basılmış değildi. Onun kitapları ancak ölümünden bir müddet sonra basılmıştı ve kitapları basan kimseler emin ve güvenilir değillerdi. Bu yüzden o kimseler, gerek İbni Teymiyye’nin ve gerekse başka alimlerin kitaplarına büyük ihtimalle sokuşturma yapmışlardır.
Aişe (radiyallahu anh)’nin: “İnsanlar bir şeyi gizlediklerinde Allah (celle celaluhu) onu bilir” sözünden sonra soru işareti koymak çok yanlıştır. Bu sözün manası aslında şöyle anlaşılmalıdır: “Allah (celle celaluhu), insanların ne gizlediğini muhakkak bilir.” Zaten sözün devamında Aişe (radiyallahu anh) işte bunun için “evet” demiştir. Yani sözünü kuvvetlendirmek, te’kid etmek için. Bu durumda şayet buradaki söz soru şeklinde olsaydı “Allah (celle celaluhu) bilir mi?” şeklinde olurdu. Oysa مهما kelimesi soru edatı olmayıp şart ve te’kid edatıdır. İbni Teymiyye (radiyallahu anh) bunu çok iyi bilir. Dolayısıyla burada soru işareti koymak Arapça dil kaidelerine göre yanlıştır ve Arapça bilen bir kimse bu işareti asla koymaz. Öyleyse İbni Teymiyye (radiyallahu anh) de bu işareti hiç mi hiç koymaz. Zira bu cümlenin sonunda konulacak işaret sadece nokta olup, soru işareti kesinlikle değildir. Üstelik bu cümleden sonra söylenen “evet” sözü Rasulullah (s.a.s)’a ait değil, Aişe (radiyallahu anh)’ye aittir. İmam Müslim’in naklettiği rivayette bu açıkça bellidir. Çünkü rivayette: “İnsanlar bir şeyi gizlediklerinde Allah (celle celaluhu) onu bilir, evet!” geçmektedir. Bu söz, tümüyle Aişe (radiyallahu anh)’ye aittir. Fakat büyük şirkte cehalet mazerettir diyenler hadisi şöyle nakletmişlerdir:
“Aişe (radiyallahu anh), Rasulullah (s.a.s)’a: “İnsanlar bir şeyi gizlediklerinde Allah (celle celaluhu) onu bilir mi?” diye sormuş ve Rasulullah (s.a.s) da: “Evet” diye cevap vermiştir. Oysa Müslim’in rivayetinde “evet” diyen Rasulullah (s.a.s) değil, Aişe (radiyallahu anh)’dir. O halde Aişe (radiyallahu anh) bu sözü söyledikten sonra te’kid olsun diye “evet” demiştir. "
Öncelikle belirtmemiz gerekir ki hadisin ibn Teymiye’nin esas aldığı rivayetini soru kalıbından başka türlü anlamak pek makul gözükmemektedir. ‘Aişe (ra) dedi ki: İnsanlar bir şeyi gizlese de Allah onu bilir. Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) Evet dedi.’ Eğer Aişe ra soru sormadıysa Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) neden evet deme ihtiyacını hissetmiştir? Soru şeklinde olmayan tercümede bir anlam kopukluğu sezilmektedir. Hadisin orijinalinde soru işareti yoktur şeklindeki itiraza gelince; hiçbir hadisin orjinalinde soru işareti ve başka noktalama işaretleri yoktur ki bunda olsun! Hadislerdeki bu tarz işaretler ekseriya kitabı Arapçada basanlar yahut da başka dillere tercüme edenler tarafından eklenir ve bu da mananın akışı göz önünde bulundurularak yapılır. Bu tıpkı ayeti kerimede İbrahim (as)’dan nakledilen yıldızlar hakkında söylediği “Bu benim Rabbimdir” sözü gibidir. Meal ve tefsirlere baktığınızda çoğunlukla bunun böyle motamot değil de “Bu mu benim Rabbim” veya “Bu benim Rabbim ha!” gibi tefsir yoluyla tercüme edildiğini görürsünüz. Halbuki ayetin aslı هَذَا رَبِّي “Bu benim Rabbimdir” şeklindedir. (Enam: 77) Alimler nezdinde muteber bir tefsire dayandığı müddetçe ayet ve hadis tercümelerinde bu tarz tasarruf ve takdirlerde bulunmanın bir sakıncası olmaz, bu tür şeylere kafayı takmaya gerek yoktur. Kaldı ki gerek Arapçada gerekse Türkçede bazen soru edatı kullanılmadan soru manası kasdedildiği olur. İbrahim (as)’ın “Bu benim Rabbim?” sözü gibi veya Türkçe’de “İyisin?” sözü gibi.
Hadiste geçen “مهما” soru edatı değildir, şart edatıdır sözüne gelince; bunu genel kullanış açısından söylüyorsa elbette ki bu böyledir. Fakat söylediğimiz gibi bazen soru edatı olmayan kelimeler de kullanarak istifham yani soru manası kasdedilebilir. Mehma’nın geldiği yerde soru manası kasdedilmesi asla caiz değildir ve hatta bu edatın gelmesi soru olmadığına delalet eder diye bir nahiv kaidesi ise bilmiyoruz. Akıldan ve dinden zerre kadar nasibi olanlar bu gibi hassas mevzularda böyle Kudsi gibi muasır cahillere değil Rabbani alimlere tabi olur ve alimleri tenkid dahi etse bunu ancak başka alimlere dayanarak yaparlar. Çünkü cahilin alimi tenkid etme yetkisi yoktur. Bir ilim talebesi herhangi bir alimi ilmi usulle tenkid ederken de insaf dairesinden sıyrılmaz ve alimlerin söylemediği sözleri söyleyip onların konuşmadığı sahalara dalarak vebal altına girmez. Bir kimse İbn Teymiye’nin görüşüne katılmıyorsa İbn Müflih’in veya İmam Nevevi’nin sözlerine tabi olur bu ona yeter fazlası sapıklığın giriş kapısıdır. Ziyaeddin el Kudsi bu sözleriyle bütün ümmeti küfürle itham ediyor fakat farkında değildir. Çünkü bu nasıl bir şey ki bu bariz küfürler (!) İbn Teymiye’nin kitaplarında 700 senedir duruyor da bunu öğrencileri göremedi, İbn Müflih, Merdavi, Necd imamları göremedi fakat Ziyaeddin el Kudsi ve benzerleri gördüler, ümmeti 7 asırdır daldıkları küfür ve dalalet karanlığından uyandırdılar! Bundan Allaha sığınırız. Herkes aklını başına alsın ve konuştuğu sözün ucunun nereye varacağını düşünerek konuşsun. Şirk hususunda cehaleti mazeret gören irca ehline cevap vereceğim diye meseleleri bu kadar eğip bükmeye gerek yoktur. Bilakis Mürcii kesimden biraz eli kalem tutan herkes şu Aişe hadisi vb konularda güya akideyi müdafaa adına yazılanlara gülüp geçecek ve belki batıl davalarına olan imanları artacaktır. Fakat onlara selefimizin söylediği sözle yetinip “Bu hadislerde en fazla sıfatlardaki cehaletten bahsetmektedir o da işin aslıyla değil tafsilatıyla alakalıdır burada şirk hususunda cehaletin özür olduğuna dair tek bir işaret var mı” diye sorduğunuzda verecekleri hiçbir kayda değer cevap yoktur. Alimler zaten meselenin adını “sıfatlarda cehalet” diye belirlemişler, eğer onların nezdinde şirkte cehalet diye bir tartışma olsaydı meselenin adını böyle koyarlardı. İşte bütün bunlar konuyla alakalı asılsız kelamlar eden ifrat ve tefrit ehlinin sözlerini boşa çıkarmaktadır. İmam Ahmed (rh.a)’ın dediği gibi ‘Bir imamın olmadan bir mesele hakkında konuşmaktan sakın’.” [nakleden İbn Teymiyye, Mecmuu’l-Fetava: 21/291.] Şimdi gerek bu hadisten şirkte cehaletin mazeret olacağı neticesini çıkartan, gerekse de bu hadisten sıfatlarda cehalet özrünü çıkartan alimleri tekfir eden, buna dair sözlerin küfür olduğunu ve alimlerin eserlerine sonradan eklendiğini, uydurulduğunu iddia eden ifrat ve tefrit ehli herkese sesleniyor ve diyoruz ki “Sözlerinizin imamını, selefini getirin! Yok getiremiyorsanız bu konularda konuşmaktan sakının ve bugüne kadarki sözlerinizden de tevbe edin!” Ama yok sözlerinize Kudsi’den Ahmed Ferid’den falandan filandan başka bir imam getiremiyorsanız o zaman vay sizin halinize! Size tehdid olarak şu ayet yeter:
“Kendisine hidayet belli olduktan sonra her kim Rasule karşı gelir ve müminlerin yolundan başka bir yola tabi olursa işte onu döndüğü yolda bırakır ve cehenneme sokarız, o ne kötü dönüş yeridir” (Nisa: 115)
İbn Teymiyye’nin sözlerine sokuşturma yapıldığı iddiasına gelince; iyi düşünülürse bu hadisle kudret hadisi arasında çok ciddi bir fark olmadığını görülür. Aradaki tek fark ve de belki yegane müşkilat sıfatlar konusundaki cehaletin bizzat Allah Rasulu (sallallahu aleyhi ve sellem)’in terbiyesinde yetişmiş olan Aişe (ra)’a nisbet edilmesidir. Yoksa ilim ve kudret ikisi de Allahın en büyük sıfatlarından birisidir. Eğer Aişe hadisiyle alakalı alimlerin sözleri uydurma ise neden kudret hadisiyle alakalı sözleri uydurma olmuyor? İbn Teymiye’nin öğrencisi İbn Abdilhadi şeyhin sağlığında dahi ona ait olmayan şeylerin kendisine nisbet edildiğini haber vermektedir. Lakin bunlar bilinen hatta bizzat onun sağlığında tesbit edilen şeylerdir bu, Şeyhulislamın bütün kitaplarını zan altında bırakmayı gerektirmez. Bugüne kadar Şeyhulislamın kitaplarında tahrif yapıldığının ispatlandığı bir vakıa bilmiyoruz. İbn Müflih’in sözlerine gelince; onun sözlerinin orjinal metni ve tercümesini tekrar naklediyoruz:
قال شيخنا: ولهذا لم يكفر به النبي صلى الله عليه وسلم الرجل الشاك في قدرة الله وإعادته, لأنه لا يكون إلا بعد بلاغ الرسالة, وأن منه قول عائشة: يا رسول الله مهما يكتم الناس يعلمه الله؟ قال "نعم" . رواه مسلم في الجنائز وفي أصول مسلم بحذف "قال", قال في شرح مسلم كأنها لما قالت ذلك صدقت نفسها فقال: نعم.
İbn Muflih (rahimehullah) şöyle der: “Şeyhimiz (İbn Teymiyye) şöyle der: ‘Bu nedenle Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem), Allah’ın kudretinde ve onu geri diriltmesinde şüphe eden adamı tekfir etmemiştir. Çünkü bu ancak risaletin ulaşmasından sonra öğrenilebilir. Aişe’nin şu sözü de bu kabildendir: ‘İnsanlar ne kadar gizleseler de Allah bilir’ Dedi ki: ‘Evet”. İbn Muflih şöyle der: ‘Muslim’in asıllarında “Dedi ki” hazf olunmuştur. Şerhi Muslim’de (Nevevi) şöyle der: ‘Bunu söylediğinde adeta kendi kendisini tasdik etmiştir ve Evet demiştir.” (El-Furu: (6/164, Alemu’l-Kutub. Tashih’ul Furu ile birlikte (10/186)
Görüldüğü gibi İbn Müflih, hocası İbn Teymiye’nin bu sözü söylediğini tasdik etmekte ve –günümüzdeki cahillerin yaptığı gibi “bu söz küfürdür, İbn Teymiye’nin kitaplarına sonradan sokulmuştur vs” demek bir yana- bu kavle açıktan itiraz dahi etmemektedir. Sadece Nevevi’nin sözünü yorumsuz nakletmektedir o kadar. El-İnsaf adlı Hanbeliler nezdinde meşhur olan fıkıh kitabının müellifi Merdavi de, İbn Muflih’in bu kitabı üzerine yazdığı “Tashih’ul Furu” adlı haşiyede bu konu hakkında herhangi bir yorum yapmamıştır. İşte bütün bunlar İbn Teymiye’nin Aişe hadisiyle alakalı yorumunun uydurma olduğunu iddia edenleri çürüten bir delildir. İbn Müflih, kendisi muhtemelen Nevevi’nin açıklamasına meylediyor olabilir ancak herhalükarda bu meseleyi muhalifinin küfürle veya sapıklıkla vasfedileceği konular arasında görmediği ortadadır. Kitaba haşiye yazan Merdavi ve başkaları da bu konuda yorum yapmamışken günümüzdeki birtakım cahillere ne oluyor ki alimlerin dalmadığı konulara dalıyorlar ve hiçbir alimin yapmadığı yorum ve izahlara girişiyorlar, ümmetin elinde asırlardır kabul görmüş kitapların güvenirliğine dil uzatıyorlar? İbn Teymiye’nin bu sözlerini küfür kabul eden muasır cahillerden başka sözüne değer verilecek hiçbir kimse gösterilebilir mi? Bu ümmet siz ortaya çıkana kadar dalalet hatta küfür üzerinde mi icma etti ki –haşa- bu apaçık küfrü (!) hiç kimse tesbit edemedi? Üstelik herkesin elinde dolaşan, alimlerin kendisinden nakil yaptığı bir kitabın uydurma olduğunu ileri sürmek için delil gerekir. Peki İbn Teymiye’nin sözlerinin uydurma olduğunun delili nedir? Bu gibi konularda şöyle bir usul takip edilebilir mi: Alimlerin sözlerini anlayamadığımız veya anlamaya kapasitemiz yetmediği zaman o söz uydurmadır! Belki de sözü siz anlayamadınız, böyle bir ihtimal yok mu? Ziyaeddin el Kudsi ve benzerleri dinin aslında cehaletin özür olmadığına dair İbn Teymiye ve diğer alimlerden yerine göre birçok nakilde bulunabiliyorlar. Şimdi dinin aslında cehaletin özür olduğunu savunanlardan birisi de kendi aklına yatmadığı için sizin naklettiğiniz sözleri uydurma ilan etse buna vereceğiniz bir cevab var mı? Bir kitabın tahrif edilip edilmediği o kitapta geçen şeylerin bizim aklımıza yatıp yatmadığına göre değil bilakis ilmi kriterlere göre tesbit edilir. Kitabın yazma nüshaları araştırılır, birbiriyle mukayese edilir, kitapla alakalı alimlerin görüşlerine müracaat edilir vs. Bu da ancak ehlinin yapacağı bir iştir. Sanal alemde müçtehidlik taslayan yarım hocaların sözlerine itibar edilmez. İnsanlar böyle her duyduğu yorumu tahkik etmeden kabul etmek yerine iyice araştırsalar ve araştırma imkanları yoksa veya neticeye ulaşamadılarsa dinin aslına dair akidelerini muhafaza edip işin iç yüzünü Allaha havale etseler daha hayırlı bir iş yapmış olurlardı.
Kaldı ki İbn Teymiyye (rh.a) bu kavli hiçbir esasa dayanmadan ortaya atmamıştır! Hadisin bazı rivayetlerinde şu şekilde geçmektedir:
قَالَتْ: مَهْمَا يَكْتُمِ النَّاسُ يَعْلَمْهُ اللَّهُ، قَالَ: نَعَمْ
Aişe ra dedi ki: İnsanlar bir şeyi gizlese de Allah onu bilir? Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) “Evet” cevabını verdi.(Müsned-i Ahmed, no: 25855 Thk: Risale)
Görüldüğü gibi zahirde Aişe (ra) soru şeklinde sormuş, Allah Rasulu de evet diye cevaplamıştır. Şeyhulislam da buna istinaden Aişe (ra)’ın ilim sıfatı konusunda cehaleti olduğunu ileri sürmüştür. Yani mevzu sadece İbn Teymiye’yi tenkid etmekle veya tekfir etmekle çözülmüyor sonuçta İbn Teymiye’nin dayandığı bir hadis sözkonusudur. Hadisin zahirinde soru cevap vardır. Aişe ra kendi bilgisini tasdik ettirmek için değil de gerçekten öğrenmek için sorduysa bu daha önce kudret hadisiyle alakalı alimlerden naklettiğimiz sözlerde olduğu gibi itikad ve din edinilmeden, sözün lazımı olan Allah hakkında cehaleti iddia etmeden o an için sorduğu bir şey olabilir. Eğer bir kimse bu meselenin içinden çıkamıyorsa pekala ilmini Allaha havale etmesi mümkündür ama bilmediği konularda yorum ve felsefe yaparak haddini aşmak asla caiz olmaz ve kınanmayı gerektirir.
Kudsi devamla şöyle demektedir:
“İmam Nevevi (radiyallahu anh), Müslim’in şerhinde şöyle demiştir:
“Hadisin aslında şöyle geçmektedir: “İnsanlar bir şeyi gizlediklerinde Allah (celle celaluhu) onu bilir, evet!” İşte doğru olan budur. Zira bu sözde Aişe (radiyallahu anh), insanlar bir şeyi gizlediklerinde Allah (celle celaluhu) onu bilir sözünü söyledikten sonra “evet” demesi sanki bu sözünü doğrulamak içindir. (Sahihi Müslim’in Şerhi c: 7 s: 44)”
Görüldüğü gibi Nevevi –belki de mevzuyu Aişe ile Allah Rasulu arasında soru cevap olarak nakleden rivayetin müşkilatı veya başka sebeblerden dolayı- rivayetin sahih olan şeklinin bu yani Aişe (ra)’ın sözü kendisi söyleyip kendisi tasdik ettiği tarzdaki rivayet olduğunu bilhassa vurgulamaktadır. İbn Teymiye diğer rivayeti zikredip bunun soru mahiyetinde olduğunu özellikle belirtmişti. Yukarda zikrettiğimiz İbn Müflih’in ve de şimdi zikretmiş olduğumuz Nevevi’nin sözleri de aynı şekilde hadisin diğer rivayet şeklinin müşkil olduğunu göstermektedir. Şu halde hadisin Müslim’de geçen lafzı haricindeki lafızlarının konuşmanın soru cevap şeklinde geçtiğine delalet ettiği görülmektedir. Eğer böyle olmasaydı Nevevi ve diğerleri hadisin bu lafzını reddetmeye ve diğer lafzı esas almaya çalışmazlardı. Buna rağmen Kudsi’nin sanki hadisin hiçbir lafzında herhangi bir müşkilat yokmuş ve İbn Teymiye’nin de hiçbir dayanağı yokmuş gibi göstermeye çalışması beyhude bir gayrettir.
Kudsi devamla diyor ki:
“Bu gösteriyor ki Aişe (radiyallahu anh)’nin; “evet” demesi bildiği ve inandığı inancını kendi sözüyle te’kid etmek içindir. Nesei’nin rivayeti de bu manayı desteklemektedir.
Nesei’nin rivayetinde şöyle geçmektedir:
“İnsanlar bir şeyi gizlediklerinde Allah (celle celaluhu) onu muhakkak bilir.” Burada “قد” kelimesinden sonra “bildi” geçmiş zaman olarak gelmiştir.”
Yukarda da zikrettiğimiz gibi Nesai’nin lafzı şu şekildedir:
قَالَتْ: «مَهْمَا يَكْتُمُ النَّاسُ فَقَدْ عَلِمَهُ اللهُ» قَالَ: «نَعَمْ
"Aişe ra dedi ki: İnsanlar bir şeyi gizlese de Allah onu bildi. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) “Evet” cevabını verdi." Hadisi bu lafızla Nesai, İbn Hibban, Abdurrezzak ve başkaları rivayet etmiştir. Bu rivayete göre birinci cümle Aişe (ra)'a, evet sözü ise Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)'e aittir. Yani Nesai’nin lafzı da aynı şekilde konuşmanın soru cevap şeklinde olduğuna delalet ederek İbn Teymiye’nin sözünü desteklemektedir.
Kudsi devamla şöyle demektedir:
“Rasulullah (s.a.s) bu sözün akabinde şöyle demiştir:
“Ben senin yanında yatarken Cibril bana geldi ve beni çağırdı. Onun gelişini senden gizledim ve ona icabet ettim. Bu durumumu senden gizledim. Çünkü Cibril sen elbiseni çıkardığın zaman içeri girmezdi…”
Büyük şirkte cehalet mazerettir diyenlerin getirdiği Ahmed’in rivayeti güya şöyle imiş:
“Evet. Ben senin yanında yatarken Cibril bana geldi ve beni çağırdı….”
Bu rivayete göre Rasulullah (s.a.s)’ın sözü Aişe (radiyallahu anh)’ nin: “İnsanlar bir şeyi gizlediklerinde Allah (celle celaluhu) onu bilir” sözünden sonra geliyor.
Oysa bu rivayette geçen “evet” kelimesi Aişe (radiyallahu anh)’ nin söylediği söze bir cevap değildir. Çünkü Aişe (radiyallahu anh) soru sormadı ki “evet” cevabını alsın. Dolayısıyla bu söz, büyük şirkte cehalet mazerettir diyenlerin anladığı gibi değildir. Bu söz iki manaya gelmektedir: Aişe (radiyallahu anh)’nin sözü; bir tasdik ve te’kiddir. Zira “evet” kelimesi çoğu zaman te’kid manasında kullanılır.
Şayet bu söz Rasulullah (s.a.s)’ın sözü ise, o zaman Rasulullah (s.a.s) bu kelimeyi, söyleyeceği söze başlamak için kullanmıştır. Yani sözüne “evet”, diyerek başlıyor ve devam ediyor. Dolayısıyla bu söz sorulan soruya verilen bir cevap değildir. İşte bu sözün manası bu iki manadan birisidir. Asla Aişe (radiyallahu anh)’ye bir cevap değildir, çünkü Aişe (radiyallahu anh), Rasulullah (s.a.s)’a soru sormamıştır.”
Öncelikle Kudsi İmam Ahmed’in rivayetine ne şekilde itiraz etmektedir? İmam Ahmed güya böyle rivayet etmiş diye itiraz ettiği lafız yukarda da beyan ettiğimiz gibi Müsned’de aynen mevcuttur.
قَالَتْ: مَهْمَا يَكْتُمِ النَّاسُ يَعْلَمْهُ اللهُ، قَالَ: نَعَمْ، فَإِنَّ جِبْرِيلَ عَلَيْهِ السَّلَامُ حِينَ رَأَيْتِ، فَنَادَانِي
“Evet. Ben senin yanında yatarken Cibril bana geldi ve beni çağırdı….”
Ardından zorlama bir tevile giderek buradaki evet ifadesinin soruya verilen bir cevap değil de cümleye başlamak için kullanılan bir kelime olduğunu iddia ediyor. Buna karşı bizim diyeceğimiz tek şey kendisinden önce hadisin bu lafzını bu şekilde hangi alim yorumlamıştır? Ve de hadisin açıklaması bu kadar kolaysa neden bir kısım alimler hadisin bu lafzını böyle açıklamak yerine bütünüyle reddetme cihetine gitmişlerdir?
Bu kelamların akabinde Kudsi yaptığı edebiyatlara şöyle devam etmektedir:
“Ayrıca şöyle diyorum:
“Mü’minlerin anneleri olanların haramlığına riayet eden ve dinini bilen takvalı bir mü’min, asla Ebu Bekir (radiyallahu anh)’in kızı, Rasulullah (s.a.s)’ın en sevdiği hanımı olan Aişe (radiyallahu anh)’nin, akidenin en basit manalarını bilmediğini, cahil olduğunu söyleyerek ona böyle bir iftira asla atmaz ve onda böyle bir sıfatın olduğunu asla düşünmez. Çünkü en basit mü’min bile Allah (celle celaluhu)’ın gizli ve açık her şeyi bildiğini bilir. O halde nasıl olur da mü’ minlerin annesi, Rasulullah (s.a.s)’ın en sevdiği hanımı, Ebu Bekir (radiyallahu anh)’in kızı bunu bilmeyebilir? O halde ona bu iftirayı atana yazıklar olsun ve o kimse pişman olsun!
Aişe (radiyallahu anh)’yi cehaletle nisbet eden kimseye şunları soruyorum:
“Mü’minlerin annesi Aişe (radiyallahu anh), akide evinde yetişmiş, birinci davetçi Ebu Bekir (radiyallahu anh)’in evinde eğitim almış, sonra vahyin indiği nübüvvet evine intikal etmiş, Rasulullah (s.a.s)’a hanımları içerisinde en yakın olmuş, nebinin hanımlarının sünneti en çok ezberleyeni, en fakihi, onların ilim ve fasih bakımından en üstünü ve mü’ minlerin annesi olma sıfatını kazanmış bir kimsedir. Böyle sıfatlara ve yere sahip olan Aişe (radiyallahu anh)’nin, sidikten nasıl temizleneceğini bilmeyen bir çocuğun bile bildiği Allah (celle celaluhu)’ın gizli ve açık her şeyi bilmesi meselesinde cahil olduğunu nasıl zannedebilir ve düşünebilirsiniz? Hiçbir akıl sahibi bu düşünceye sahip olabilir mi?
Bu durumda en basit bir müslümanın, hatta bir çocuğun bile bilebildiği bu meseleyi, ilmin yarısını bilen ve onu kendisinden öğrenmemiz gereken, küçükken Ebu Bekir (radiyallahu anh)’in evinde yetişmiş, sonra Rasulullah (s.a.s)’ ın evine intikal edip ondan da ilim ve terbiye almış, büyük bir alim olan Aişe (radiyallahu anh) hakkında nasıl bu şekilde bir ithamda bulunabiliyorsunuz? Hiç akletmiyor musunuz?
Her kim Aişe (radiyallahu anh)’nin, böyle bir bilgiye sahip olmadığını, bu konuda cahil olduğunu iddia ederse işte o kimse aslında Rasulullah (s.a.s)’a laf atmış olur. Çünkü bu şekilde bir itham, Rasulullah (s.a.s)’ın kendisine en yakın ailesinin İslam’ı bilmediğini, daha doğrusu Rasulullah (s.a.s)’ın en yakın ailesine bu ilmi öğretmediğini söylemek demektir. Rasulullah (s.a.s)’ı bu şekilde bir ithamdan tenzih ederiz.
Doğrusu biz şuna inanıyoruz: Rasulullah (s.a.s) tebliği en güzel şekilde yapmış ve her şeyi en iyi şekilde açıklamıştır. Bu ise, Aişe (radiyallahu anh)’nin de bu meseleyi ve imanın her meselesini çok iyi bildiği anlamına gelir. Bu durumda her kim Aişe (radiyallahu anh)’ye bu meselede cahil olduğu sıfatını verirse işte o kimse suizan etmiş ve aslında en büyük iftirayı atmıştır.
Akıllı olan herkes şunu iyi bilir ki; Aişe (radiyallahu anh)’nin hadiste geçen sözü kesinlikle soru şeklinde değildir. Bilakis bu söz, bir hayret, taaccüb ifade etmektedir. Böylece bu sözle Allah (celle celaluhu)’ın ne kadar kudret sahibi olduğuna inandığını ortaya koymuş, bu sözü huşu içinde söylemiş ve böylece Rasulullah (s.a.s)’tan daha fazla bilgi edinmek için bu sözü söylemiştir.
Bu söz tıpkı Arap olan bir kimsenin arkadaşına: “Dün Ukaz’a (şiir söylenen bir çarşı) gittin mi?” demesine benzer. Bu sözü söyleyen kimse aslında arkadaşının Ukaz’a gittiğini bilerek söylemiş, böylece ondan bu konuda daha fazla konuşmasını isteyerek Ukaz’da neler olduğuyla ilgili daha fazla bilgi edinmeye çalışmıştır.
İşte Aişe (radiyallahu anh)’nin sözünün bu tür bir söz olduğunu düşünebiliriz. Bu durumda “büyük şirkte cehalet mazerettir” diye iddia edenlerin anladığı gibi Aişe (radiyallahu anh), Allah (celle celaluhu)’ın her şeyi bildiğini bilmiyor idiyse acaba Rasulullah (s.a.s) ona neden karşı gelmemiş, ona niçin kızmamış, İslam’ı bozan böyle bir söz sebebiyle ona karşı neden tepki göstermemiştir? Bu soruya “cehaleti sebebiyle” denirse onlara şöyle cevap veririz:
Rasulullah (s.a.s), Zatu Envat hadisinde İslam’a zıt bir söz söyleyen kimseleri, sırf bu sözü söylemeleri sebebiyle sert bir şekilde uyarmış ve onların isteklerini İsrail oğullarının: “Onların ilahları gibi bize de bir ilah yap” sözlerine benzetmiştir.
Yine: “Allah ve sen diledin” diyen kimseyi de hemen uyarmış ve ona: “Sen beni Allah (celle celaluhu)’a ortak mı kılıyorsun? Sadece Allah (celle celaluhu) diledi, de.” buyurmuştur.
İşte bu kimseler cahil olmalarına ve İslam’a yeni girmiş olmalarına rağmen onlara karşı bu şekilde tavır takınmıştır.
O halde Rasulullah (s.a.s), Ebu Bekir’in kızı, kendisinin en yakın hanımı olan ve uzunca süre yanında kalmış bulunan Aişe (radiyallahu anh)’ye, bu cehaleti sebebiyle neden karşı gelmemiştir acaba?
Rasulullah (s.a.s), örnek verdiğimiz bu kimselere niçin bu sözü söylemiştir? Çünkü onlar cahildiler ve İslam’a yeni girmişlerdi. Buna rağmen onlara sert bir şekilde karşı çıkmıştır. O halde onların cahil oluşları, kendilerine karşı çıkılmasına kesinlikle engel değildir.
Bu durumda madem ki Aişe (radiyallahu anh), cahil idi ve Allah (celle celaluhu)’ın her şeyi bildiğini bilmiyordu, böyle ciddi bir meselede Rasulullah (s.a.s) ona niçin karşı çıkmamıştır? Oysa Aişe (radiyallahu anh), Rasulullah (s.a.s)’ın yanında, Allah (celle celaluhu)’ ın ayetlerinin okunduğu bir evde yaşamış ve daha Mekke’ de iken Müslüman olmuştu. Dolayısıyla İslam’a yeni girmiş birisi değildi. Öyleyse bu durumda olduğu halde böyle ciddi bir meselede Rasulullah (s.a.s) ona neden karşı gelmemiştir? Böyle bir durumda onun cahil oluşu mazeretli olmasını gerekli kılmaz. Zira o, Mekke’de iken Müslüman olmuş, öncelikle ilk davetçi Ebu Bekir (radiyallahu anh)’in evinde yetişmiş ve sonra Rasulullah (s.a.s)’ın yanına gitmiş ve orada da yetişmişti. O halde bütün bunlara rağmen hale Allah (celle celaluhu)’ın ilmi konusunda cahil idiyse demek ki hiçbir şey öğrenememiştir. Ayrıca şunu çok iyi bilmek gerekir: “Bir ihtiyacın ortaya çıkması halinde bir öğreticinin onu açıklaması gerekir ve bunu geciktirmesi caiz değildir. Alimler arasında bu konudu hiçbir ihtilaf yoktur.”
İbni Kudame (radiyallahu anh) şöyle demiştir:
“İlmi, ihtiyaç anından sonraki zamana ertelemek caiz değildir, bu konuda hiçbir ihtilaf yoktur.”
(Ravdatu’n-Nazır ve Cennetu’l Menazir s: 96)
İmam Şevkani, ihtiyaç anında ilmi öğretmeyi geciktirmek hakkında şöyle demiştir:
“Bil ki! Açıklanması gereken mücmel, amm, mecaz, müşterek, mütereddid ve mutlak şeylerin zamanından sonraya ertelenmesiyle ilgili olarak şu iki durum söz konusudur:
Birincisi: Hacetin ortaya çıktığı zamanda onu geciktirmek, ki bu durumda haceti bildirmeyi geciktirmek mükellef olan kimseye muhatab olduğu şeyi bilmesini imkansız kılar. Öyle ki bu şeyler hemen bilinmesi gereken farzlardan olabilir.
İbni Sem’ani şöyle demiştir:
“İhtiyaç olan şeyi zamanında bildirmeyip geciktirmek bütün alimlere göre caiz değildir. Fakat fiilin vaktini ihtiyaca göre geciktirmek caizdir. Bu konuda ihtilaf yoktur.” (İrşadu’l Fehul s: 173)
Ben diyorum ki:
İşte bakın! Alimler şu meselede ittifak etmişlerdir:
İhtiyaç duyulan şeyleri ihtiyaç zamanında bildirmeyip hacet vaktinden, yani şer’i teklifin söz konusu olduğu vakitten sonraya geciktirmek caiz değildir.
Fakat muhatap olunmayan bir vakitte farzları bildirmeyi, ihtiyaç zamanına kadar geciktirmek cumhura göre caizdir. İşte bu iki meselenin farkını çok iyi bil!
Allah (celle celaluhu)’ın emri geldiğinde, herkes bunu hemen bilmesi gerekiyorsa o emri mutlaka zamanında bildirmek gerekir. Bildirmeyi geciktirmek ise asla caiz değildir. Fakat Allah (celle celaluhu)’ın emri geldiğinde, emrin uygulanma zamanı gelmemişse, zamanı gelen süreye kadar onu geciktirmek bazı alimlere göre caizdir.
Örneğin; namaz farz kılındığında ancak mükellef kimseler için farz kılınmıştır. Bu sebeple emir geldiğinde mükellef olan kimselere hemen bildirmek gerekir ve geciktirmek kesinlikle caiz değildir. Fakat mükellef olmayan çocuğa bildirmemek veya mükellef oluncaya kadar beklemek caizdir. İşte bu iki farkı çok iyi bilmek gerekir.
Yine akaidle ve imanla ilgili meseleler konusunda emir geldiğinde hemen bunları bildirmek ve hiç geciktirmemek gerekir. Çünkü bu meseleleri hemen bilmek ve İslam’a girmek için onlara bildirildiği şekilde inanmak gerekir.
Allah (celle celaluhu)’ın her şeyi bildiği meselesine gelince... Her müslümanın hiç tereddütsüz, şeksiz ve şüphesiz buna inanması gerekir. Bu sebeple bu konudaki ilmi hiç geciktirmemek ve hemen bildirmek gerekir. Bu konuda geciktirme yapmak kesinlikle caiz olmaz.
Aişe (radiyallahu anh)’nin bu meseleyi bilmediğini söylemek aslında Rasulullah (s.a.s)’a büyük bir iftiradır. Zira böyle bir durumda Rasulullah (s.a.s), hemen bildirmesi gereken bir meseleyi en yakınına bildirmemiş demektir.
Diyelim ki Aişe (radiyallahu anh) bu meseleyi gerçekten bilmiyor ve öğrenmemiş… Bu durumda Rasulullah (s.a.s) onun bu meseleyi bilmediğini, onu öğrenmediğini ve o konuda cahil olduğunu gördüğü halde neden acaba ona öğretmemiş ve bu cehaletine karşı gelmemiştir? Böyle bir tavır veya tepkiyi hadiste kesinlikle görmüyoruz.
İşte bu durum gösteriyor ki Aişe (radiyallahu anh) yanlış yapmamıştır. Büyük şirkte cehalet mazerettir diyenlerin zannettikleri gibi Allah (celle celaluhu)’ın insanların gizlediklerini bildiğini bilmiyor değildir. Bu durum hadiste Rasulullah (s.a.s)’ın ona takındığı tavırdan açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü Aişe (radiyallahu anh) cahil olsaydı Rasulullah (s.a.s) hemen ona bu meseleyi hiç geciktirmeksizin öğretirdi.
Üstelik Rasulullah (s.a.s) hadiste ona hiçbir tepki göstermemiş, söylediği sözü hata görerek onu düzeltmemiştir. Bu da Aişe (radiyallahu anh)’nin İslam’a aykırı bir şey yapmadığını ortaya koymaktadır.”
Kudsi’nin söylediği bu sözler görünüşte duygulara hitap eden parlak kelamlar olmasına rağmen delilden yoksundur. Zira gerçekten Aişe (ra) gibi bir insanın velev ki Allahın sıfatlarına dair bir tafsilat da olsa böyle bir konuda cahil kalması zor bir ihtimal gibi gözükse de neticede aklen de şer’an da imkansız değildir. Hele bir de bunun gerçekleştiğine delalet eden hadisler sözkonusu ise artık bu konuda fazla konuşmayıp işin hakikatini Allaha havale etmek gerekir. Kaldı ki yukarda da naklettiğimiz gibi İbn Teymiyye (rh.a) Aişe (ra)’ın ilim sıfatı hakkında cehaleti olduğunu ifade ettikten sonra aynı siyakta Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in onu o gece yaşanan olaylardan ötürü tazir ettiğini de beyan etmektedir. Dolayısıyla Aişe (ra)’ın bu konuda tepki görmediği iddiası da kesin bir bilgiye dayanmamaktadır. Bundan dolayı tekfir edilmemesine gelince zaten konumuz budur ve bu hadis sıfatlarda cahil olan herkesin tekfir edilmeyeceğinin delilidir. Sıfat hakkındaki cehalet zat hakkındaki cehaleti gerektirmez ve Aişe (ra) da haşa Allahın zatı hakkında bir cehalete sahip değildi. Eğer bir cehaleti varsa bu, yukarda alimlerden naklettiğimiz şekliyle müminlerden bir topluluğun cahil kalması mümkün olan bir konuda yani sıfatların aslı değil tafsilatı konusunda cereyan etmişti.
Vallahu a’lem.