Tevhide Davet

5 Zu'l-ka'de 1445, 02:04

Haberler:

Telegram adresimiz: https://t.me/darultawhid

Ana Menü

Son İletiler

#1

رِسَالَةٌ إِلَى ‌الْبَكْبَلِيِّ صَاحِبِ الْيَمَنِ

Yemen Lideri el-Bekbelî'ye Mektup1

Şeyh'ul İslam Muhammed bin Abd'il Vehhâb
ve Abd'ul Azîz bin Muhammed bin Su'ûd Rahimehumâllâh

Şeyh'ul İslam Muhammed bin Abd'il Vehhâb'ın Yemen'in liderine gönderdiği bir mektubu vardır.

Rahmân ve Rahîm olan Allâh'ın adıyla,

Kitabı'nda hakkı indiren, Kitabı'nı akıl sahipleri için bir öğüt kılan, ihsanda bulunduğu kullarını doğruya, yani cevapları bulmaya ileten Allâh'a hamd olsun.

Yıldızlar doğup battıkça, gökten sağanak yağmur boşaldıkça Allâh'ın salatı, selamı ve bereketi Nebî'si, Rasûl'ü ve yarattıklarının en seçkini olan Muhammed'e, onun ailesine, taraftarlarına ve ashabının hepsinin üzerine olsun.

Abd'ul Azîz bin Muhammed bin Su'ûd ve Muhammed bin Abd'il Vehhâb'dan,

Allâh yolunda kardeşimiz Ahmed bin Muhammed el-Adîlî el-Bekbelî'ye, Allâh onu her türlü kötülükten korusun, ona sürekli kalacak olan salih ameller işlemeyi nasip etsin, onu her türlü beladan korusun, iyi amellerini arttırsın ve kötü amellerini bağışlasın.

Allâh'ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.

Bundan sonra:

Mektubunuz bize ulaştı. Gerek zikrettiğiniz sorular gerekse uzaktan size dair bize gelen haberler ve bizim ne üzere olduğumuz ile insanları neye davet ettiğimize dair sorduklarınız gönlümüzü mutlu kılmıştır.

Bunun üzerine biz de sizin şüphelerinizi tafsilatlı açıklamalarla gidermek ve size delilleri ile racih olan kavli açıklamak istedik. Allâh Subhânehu ve Teâlâ'dan sizleri ve bizleri en güzel yol ve menhec üzere suluk etmeyi nasip eylemesini dileriz.

Üzerinde bulunduğumuz dine gelince; Allâh'ın kendisi hakkında şöyle buyurduğu İslam dinidir:

"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır." (Âl-i İmrân, 3/85)

İnsanları davet ettiğimiz şeye gelince; biz Allâh'ın, kendisi hakkında Nebî'si Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'e hitaben şöyle buyurduğu tevhide davet ederiz:

"De ki: -Bu, benim yolumdur; ben ve bana uyanlar basiretle Allâh'a çağırırız. Allâh'ı tenzih ederim. Ben asla müşriklerden değilim." (Yûsuf, 12/108)

Yine Allâhu Teâlâ'nın şu kavli:

"Mescitler Allâh'ındır. O halde Allâh ile birlikte başkasına dua (ibadet) etmeyin." (el-Cin, 72/18)

İnsanları kendisinden nehyettiğimiz şeye gelince, biz insanları, Allâh'ın kendisi hakkında şöyle buyurduğu şirkten nehyederiz:

"Kim Allâh'a şirk koşarsa, Allâh ona cenneti haram kılar, onun yeri cehennemdir." (el-Mâ'ide, 5/72)

Yine Allâhu Teâlâ'nın, Nebî'si Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'e sakındırma babından şu buyruğudur ki o ve kardeşleri (diğer nebiler), şirkten münezzehtir:

"Andolsun, sana ve senden önceki peygamberlere şöyle vahyedildi: Eğer Allâh'a ortak koşarsan elbette amelin boşa çıkar ve elbette ziyana uğrayanlardan olursun. Bilâkis Allâh'a ibadet et ve şükredenlerden ol." (ez-Zumer, 39/65-66)

Bundan başka da (şirkten nehyetmeye dair) birçok ayet vardır. Biz insanlarla bu uğurda savaşırız, nitekim Allâhu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Fitne," yani şirk, "ortadan kalkıp din büsbütün Allâh'ın oluncaya kadar onlarla savaşın." (el-Enfâl, 8/39)

Allâhu Teâlâ yine şöyle buyurmaktadır:

"Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayıp hapsedin; her gözetleme yerinde onları bekleyin. Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekat verirlerse yollarını serbest bırakın." (et-Tevbe, 9/5)

Rasûlullâh Sallallâhu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

"Allâh'tan başka -ibadete layık, hak- ilah olmadığına ve Muhammed'in Allâh'ın Rasûl'ü olduğuna şahitlik edinceye, namaz kılıncaya ve zekât verinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Şayet bunu yaparlarsa İslâm'ın hakkı hariç kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar, hesaplarını görmek ise Allâh Azze ve Celle'ye aittir."2

Yine Allâhu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Bil ki Allâh'tan başka hiçbir -ibadete layık, hak- ilâh yoktur." (Muhammed, 47/19)

Allâh Subhânehu bu kelimeyi "kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulp" ve "takva kelimesi" olarak isimlendirdiği halde Tağutlar bu kelimeyi "fücur kelimesi" olarak isimlendirmişlerdir. Onlara göre her kim La İlahe İllallâh derse kanı ve malını korumuş olur, İslam'ın beş esasını yerle bir edip, imanın altı esasını inkâr etse bile!

İtikadımızın hakikati, imanın kalp ile tasdik etmek, dil ile ikrar edip azalarla amel etmek olduğudur. Ancak münafıklar La İlahe İllallâh demelerine, hatta namaz kılıp, zekât verip, oruç tutup, hacca gidip cihad etmelerine rağmen ateşin en alt derecesindedirler. Hatta Firavun ailesinin bile altında ateşin en alt derecesindedirler.

Allâh Subhânehu'nun, Bel'âm hakkında anlattıkları ve Allâh'ın onu, İsm-i Azam'ı bilmesi bir yana, sahip olduğu ilmine rağmen köpeğe benzetmesi de buna benzer.

"İlmiyle amel etmeyen bir alime... Putperestlerden bile önce azap edile."3

İçtihad'ın hakikati hakkında bahsettiklerinize gelince, biz Kitap, Sünnet ve bu ümmetin salih selefinin ve de Ebû Hanîfe en-Nu'mân bin Sâbit, Mâlik bin Enes, Muhammed bin İdrîs (eş-Şâfi'î) ve Ahmed bin Hanbel Rahimehumullâhu Teâlâ'dan oluşan dört imamın görüşlerinden mutemet olanların mukallidiyiz.

İmanın hakikati hakkındaki sorunuza gelince, iman tasdiktir, salih amellerle artar ve aksiyle eksilir. Allâhu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"İman edenlerin imanı artsın diye..." (el-Muddessir, 74/31)

Allâhu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"O (nazil olan sure), iman eden kimselerin imanını artırmıştır. Onlar, bunu birbirlerine müjdelerler." (et-Tevbe, 9/124)

Yine Allâhu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Müminler ancak, Allâh anıldığı zaman kalpleri ürperen, ayetleri kendilerine okununca imanları artanlardır." (el-Enfâl, 8/2)

Buna benzer ayetler çoktur. Eş-Şeybânî Rahimehullâh şöyle demiştir:

"İmanımız söz, fiil ve niyettir... Takva ile artar, kötülük ile eksilir."4

Yine Rasûlullâh Sallallâhu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

"İman yetmiş küsur şubedir. En üst mertebesi La İlahe İllallâh sözü, en alt mertebesi ise yoldan eziyet veren bir şeyi kaldırmaktır."5

Rasûlullâh Sallallâhu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

"Şayet gücü yetmezse kalbi ile değiştirsin ki bu imanın en zayıf mertebesidir."6

Allâhu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Kim de orada zulmederek haktan sapmak isterse, Biz ona elem dolu bir azaptan tattıracağız. Hani biz İbrâhîm'e, Kabe'nin yerini, Bana hiçbir şeyi ortak koşma; evimi, tavaf edenler, namaz kılanlar, rükû ve secde edenler için temizle, diye belirlemiştik." (el-Hacc, 22/25-26)

Allâhu Teâlâ'nın haklarında şöyle dediği tağutlara gelince:

"Hahamlarını ve rahiplerini Allah'tan başka rabler edindiler." (et-Tevbe, 9/31)

Onlar şöyle dedi: "Mekke'nin fasıkları cenneti dolduracaktır!" Halbuki orada yapılan iyilikler kat kat arttığı gibi, kötülükler de kat kat arttırılır. Fakat, iş tam tersine dönmüştür. Hatta o kadar ki zinayla tanınan Huteym kabilesine mensup kadınlar ve Mısırlı kadınlar büyük Hacc günü kafileler halinde gelirler ve eşrafın hepsinin, onlarla açıktan zina yaptığı maruftur. Livata yapanlar, şirk ehli, Rafıziler ve Allâh ve Rasûlü'nün düşmanı olan bütün taifeler Mekke'de güven içinde olduğu da maruftur. Aynı şekilde Ebû Tâlib'e dua edenler güven içindedir. Allâh'ı tevhid edip ona tazim edenlerin ise oraya girmesi yasaktır. Hatta onlar Kabe'ye sığınsa himayelerine almazlar. Ama Ebû Tâlib (Kubbesi) ve Huteym kabilesinden kadınlar, kendilerine sığınanları himayesine alır.

"Seni eksikliklerden uzak tutarız Allâh'ım! Bu, çok büyük bir iftiradır." (en-Nûr, 24/16)

"Üstelik onun (Mescid-i Haram'ın) sahipleri de değiller. Onun sahipleri yalnızca muttakilerdir. Fakat onların çokları bunu bilmez." (el-Enfâl, 8/34)

Biz nakle muhalif olan ve aklın inkâr ettiği bir şeyle gelmedik. Lakin bu kişiler amel etmedikleri şeyleri söylerler, ama biz hem söyler hem de amel ederiz.

"Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allâh katında büyük gazap gerektiren bir iştir." (es-Saff 61/3)

Putperestlerle, Rasûlullâh Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in savaştığı gibi savaşırız. Namazı terk edenlerle, zekâtı vermeyenlerle, bu ümmetin sıddığı Ebû Bekir es-Sıddîk Radiyallâhu Anh'ın zekâtı vermeyenlerle savaştığı gibi savaşırız.

Ancak durum, ancak Varaka Bin Nevfel'in söylediği gibidir: "Senin getirdiğin bu dava ile gelen hiç kimse yoktur ki düşmanlığa uğramamış, eziyet görmemiş ve yurdundan çıkarılmış olmasın!"

Yeterli gelecek kadar az olan, çok ve oyalayıcı olandan hayırlıdır.

Allâh'ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.




1- Er-Rasâil'uş Şahsiyye, 14. Mektup, sf. 94-98; ed-Durar'us Seniyye, 1/94-99.

2- Buhârî, Hadis no: 25; Muslim, Hadis no: 21-22.

3- Bu beyitler Şâfi'î ulemasından İbnu Raslân'a (844 H) aittir. (İbnu Raslân, ez-Zubd, sf. 4)

4- Mecmû'ul Mutûn'il Kebîr içerisinde bulunan eş-Şeybâniyye, sf. 37.

5- Muslim, Hadis no: 35.

6- Muslim, Hadis no: 49.
#2
1445H / 1 ZU’L KA’DE 1445 H
Son İleti Gönderen Tevhîd Müdafaası - 09.05.2024, 04:04

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
١ ذُو الْقَعْدَةِ ١٤٤٥

ZU'L KA'DE 1445 H
09.05.2024 M

Zu'l Ka'de ayının hilali bu akşam 29 Şevval 1445 H (08.05.2024 M) tarihinde Allâh'ın izni ve yardımı ile muvahhidler tarafından gözetlenmiş ve görülmüştür.

«اللَّهُ أَكْبَرُ، اللَّهُمَّ أَهِلَّهُ عَلَيْنَا بِالأَمْنِ وَالإِيمَانِ، ‌وَالسَّلَامَةِ ‌وَالإِسْلَامِ، وَالتَّوْفِيقِ لِمَا يُحِبُّ رَبُّنَا وَيَرْضَى، رَبُّنَا وَرَبُّكَ اللَّهُ.»
"Allâh en büyüktür. Allâh'ım! Bunu üzerimizde emniyet, iman, selamet, İslam ve Rabbimizin sevdiği ve razı olduğu şeylerde başarı ayı kıl! (Ey Hilal!) Benim ve senin Rabbin Allâh'tır." (Tirmizî, Hadis no: 3451; Dârimî, Sünen, Hadis no: 1729-1730)

Hicri takvime göre 1 Zu'l Ka'de 1445, Miladi 09.05.2024 Perşembe gününe denk gelmektedir. Vallâhu A'lem!
#3
E-Kitaplar / PDF ÜÇ TEMEL ESAS | ŞEYHULİSL...
Son İleti Gönderen Subul’us Selâm - 08.05.2024, 19:14

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ


Oku        İndir
#4
Selef-i Salihin Akidesi / Ynt: ET-TUHFET'UL MEDENİYYE Fİ...
Son İleti Gönderen İ'tisam - 08.05.2024, 05:23
Şarkın Âlimi İmam Ebu'l Me'âlî Abd'ul Melik bin Abdillâh el-Cuveynî eş-Şâfi'î'nin Görüşünün Zikri

Er-Risâlet'un Nizâmiyye adlı kitabında şöyle dedi:

"Bu zahir nasslar hakkında ulemanın izledikleri yollar farklıdır.

Bazıları bunları tevil etme görüşünü benimsemiş ve Kitap'taki ayetler ile sahih sünnetler hususunda bu yolu izlemiştir.

Selef imamları ise, tevilden uzak durmak ve zahir nassları geldikleri şekil üzere kabul etmek, anlamlarını ise Aziz ve Celil olan Rabb'e havale etmek yolunu izlemiştir.[277]

Bizim din [278] olarak kendisinden razı olduğumuz ve Allâh'a kendisiyle itaat ettiğimiz akide ise ümmetin selefine ve bu husustaki kat'i sem'î delile tabi olmaktır. Ayrıca ümmetin icması da peşinden gidilmesi gereken bir hüccettir.

Şayet bu zahiri nassları tevil etmek uygun yahut kaçınılmaz bir şey olsaydı, selefin bununla ilgilenmeleri, onların şeriatın fer'î hükümleriyle ilgilenmelerinden daha fazla olması gerekirdi. Sahabe ve tabiin çağı, tevilden uzak durmak esasına uyarak bittiğine göre, o hâlde kendisine uyulması gereken vecih budur. Bu durumda; istivâ ayeti, Allâh'ın gelişi ayeti ve Allâh'ın şu buyruğu da buna tabidir:

﴿لِمَا خَلَقْتُ بِيَدَيَّ﴾

"İki elimle yarattığıma..." (Sâd, 38/75)" [279]

İmam Ebu'l Feth Muhammed bin Alî dedi ki: İmam Ebu'l Me'âlî el-Cuveynî'nin yanına ölüm hastalığında ziyaret amacıyla gittik. Bize şöyle dedi: "Daha önce Selef-i Salih'in söylediklerine muhalif olarak söylediğim her görüşten döndüğüme ve Nişabur'daki kocakarıların vefat ettikleri hâl [280] üzere öldüğüme sizi şahit tutuyorum!" [281]

İmâm'ul Harameyn 478 H senesinde 60 yaşında vefat etti.

Kendisinden zekâ fışkıran, usul ve furu ilimlerinde ilim deryalarından biriydi.


[277] Selefin mezhebi, sıfatların keyfiyetini Allâh'a havale etmek olsa da selef, sıfatların manalarını zahirleri üzere hamlederek kabul etmiştir. Selefin mezhebinin sıfatların manalarını Allâh'a havale etme yönünde olduğu iddiası ise doğru değildir. Zira bu görüş, Kuran'da ve sünnette birçok anlamsız ifadenin yer aldığını ve bu ifadelerin anlamlarının peygamberler tarafından dahi bilinmediğini, dolayısıyla peygamberlerin tebliğ ettikleri ayetlerin anlamlarından bihaber olduklarını gerektirmektedir. Nitekim Şeyh'ul İslam İbnu Teymiyye Rahimehullâh, sıfatların manalarını Allâh'a havale eden tefvîd ehli (havaleciler) hakkında şöyle demiştir:

"Onların büyüklerinin; "Bu müşkül ve müteşabih nassların manalarını ancak Allâh bilir. Allâh'ın kastettiği mana, onların zahirinden başka bir şeye sarf edilmesidir" sözlerine gelince: Onların bu görüşlerine göre nebîler ve rasûller, Allâh'ın kendilerine indirdiği nassların anlamlarını bilmemektedir, ayrıca melekler ve İslâm'ı ilk önce kabul edenler de (muhâcirler ve ensar da) bunların anlamlarını bilmemektedir. Bu durumda Allâh'ın Kuran'da kendi nefsini vasfettiği şeylerin hepsi yahut da Allâh'ın kendi nefsini vasfettiği şeylerin çoğunun anlamını nebîler bilmemektedir. Bilakis onlar, manalarını anlamadıkları sözler söylüyorlardı.

Bir gruba göre kaderi isbat eden nasslar da böyledir. Yine bir gruba göre emri, nehyi, mükâfatı ve cezayı isbat eden nasslar da böyledir. Bir gruba göre de dirilişi isbat eden nasslar da böyledir.

Bu görüşlerin Kuran'ı ve nebîleri kötülemek olduğu malumdur. Çünkü Allâh Kuran'ı indirmiş ve onun insanlar için hidayet ve beyan olduğunu bildirmiştir. O, Rasûl'e apaçık tebliği ulaştırmasını ve insanlara, onlar için indirileni açıklamasını emretmiştir. Allâh insanlara Kuran'ı düşünmelerini ve anlamalarını emretmiştir.

Bu durumda Kuran'da bulunan en şerefli şeyin manasını -ki Kuran'da bulunan en şerefli şey Rabbin kendi sıfatları hakkında haber verdiği şeylerdir yahut O'nun, her şeyin yaratıcısı olduğuna ve her şeyi bildiğine dair verdiği haberdir yahut da O'nun emrettiği ve nehyettiği, mükafatı ve cezayı vadettiğine dair verdiği haberdir veyahut O'nun Kıyamet gününe dair verdiği haberdir- hiç kimse bilmez, onları akletmez ve tefekkür edemez. Ayrıca Rasûl, kendilerine inen şeyleri insanlara açıklamamış olur ve apaçık tebliği ulaştırmamış olur.

Bu durumda her mülhid ve bidatçı şöyle der: "İşin hakikatinde hak, benim düşüncem ve aklımla bildiğimdir. Nasslar içinde bunu nakzedecek bir şey de yoktur, çünkü o nasslar müşkül ve müteşabihtir ve onların manalarını kimse bilmez. Kimsenin anlamını bilmediği şeylerle de istidlalde bulunmak caiz değildir."

Böylece bu sözler, nebîler açısından hidayet ve beyan kapısını kapatacak, nebîlere zıt olanların kapılarını ise açacaktır ve onlar şöyle diyecektir: "Hidayet ve beyan, bizim yolumuzdadır ve nebîlerin yolunda değildir! Çünkü biz, ne dediğimizi biliyor ve onu aklî delillerle açıklıyoruz. Nebîler ise muratlarını açıklamak bir yana ne dediklerini bile bilmiyorlar!"

Böylelikle kendilerini sünnete ve selefe tabi olduklarını iddia eden tefvîd ehlinin görüşünün, bidatçıların ve mülhidlerin görüşleri arasında yer alan daha şerli görüşlerden biri olduğu ortaya çıktı." (İbnu Teymiyye, Der'u Te'âruz'il Akli ve'n Nakl, 1/204-205)

[278] Diğer nüshada "din," ibaresi yerine "görüş" ibaresi geçmektedir.

[279] Yakın lafızlarla Cuveynî, el-Akîdet'un Nizâmiyye, thk. Muhammed ez-Zebîdî, sf. 165-168.

[280] İmam Zehebî Rahimehullâh, bu söze talik düşerek şöyle demiştir:
"Bu, bazı imamların "Üstünüze düşen, kocakarıların dinine tabi olmaktır," sözünün anlamıdır. Yani, kocakarılar, İslam fıtratı üzere Allâh'a iman etmekte ve kelam ilminin ne olduğuna dair bilgileri bulunmamaktadır." (Zehebî, el-Uluvv, sf. 258, no: 580).

[281] Yakın lafızlarla Zehebî, el-Uluvv, sf. 258, no: 580.
#5
E-Kitaplar / PDF VAKIAMIZDA KÜFRÜ GEREKTİRE...
Son İleti Gönderen Subul’us Selâm - 05.05.2024, 02:01

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ


Oku        İndir
#6
Selef-i Salihin Akidesi / Ynt: ET-TUHFET'UL MEDENİYYE Fİ...
Son İleti Gönderen İ'tisam - 22.04.2024, 22:04

[İmam] Hafız Ebû Bekir el-Hatîb Rahimehullâhu Teâlâ'nın Görüşünün Zikri

Dedi ki: "Sıfata dair söyleneceklere gelince; selefin izlediği yol bunları ispat edip zahirlerine göre hüküm vermektir ve keyfiyeti ile teşbîhi sıfatlardan nefyetmektir. Sıfatlar hakkında söylenecek söz, zat hakkında söylenecek sözün bir ayrıntısıdır. Biz sıfatlar hususunda zat hakkında izlediğimiz yolu ve misali izleriz. Âlemlerin Rabbinin isbat edilmesi malum olduğuna göre, -ki O'nu isbat etmek, ancak O'nun varlığını isbat etmektir ve O'nu sınırlandırmayı yahut keyfiyetlendirmeyi isbat etmek değildir- aynı şekilde O'nun sıfatlarını isbat etmek de ancak sıfatlarının varlığını isbat etmektir ve onları sınırlandırmayı yahut keyfiyetlendirmeyi isbat etmek değildir.

Buna göre biz el, işitmek, görmek dediğimiz vakit, bu sadece Allâh'ın Kendi nefsi hakkında isbat ettiği sıfatları isbat etmekten ibarettir. Bizler el, kudret anlamındadır, işitmek ve görmenin anlamı da ilimdir, demeyiz. Aynı şekilde bunların organ olduklarını ve onlarla ilgili fiili işlemenin araçları olduklarını da söylemeyiz. Bunları organ olan ellere, işitmelere ve görmelere benzetmeyiz ve şöyle deriz: Bunları isbat etmenin vacib oluşu, tevkîfin (Kuran ve sünnetin) bunlarla varit olmasından dolayıdır. Yine bunların teşbih edilmesini nefyetmek de vaciptir, zira Allâhu Teâlâ şöyle buyurmuştur:

﴿لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ﴾

"Benzeri hiçbir şey yoktur." (eş-Şûrâ, 42/11)

Yine Allâhu Teâlâ şöyle buyurmuştur:

﴿وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا أَحَدٌ﴾

"Hiçbir şey O'na denk değildir." (el-İhlâs, 112/4)"

Alıntı sona erdi.[273]

Hafız Zehebi dedi ki: "Sıfatların zahirleri ile kastedilen, yani kitap ve sünnetteki lafızların kullanıldıkları anlam dışında bâtınî bir anlamının olmamasıdır. Nitekim Mâlik ve başkaları şöyle demiştir: "İstivâ malumdur."

Yine aynı şekilde işitme, görme, [ilim,] kelâm, irâde, yüz ve benzeri sıfatlar hakkında söylenecek söz de böyledir: Bunlar malumdur, dolayısıyla açıklamaya ve tefsire ihtiyaç yoktur, fakat bunların hepsinin keyfiyeti bizim için meçhuldür." [274]

Zehebî dedi ki: "Nazar ehli olan müteahhirler sonradan ortaya çıkmış bir görüşe sahip olmuşlardır ki bu görüşe onlardan önce kimsenin sahip olduğunu bilmiyorum. Derler ki: Bu sıfatlar geldiği gibi kabul edilir ve bunların zahirlerinin kastedilmediğine itikat etmekle beraber tevil edilmezler.

Bundan, zahir ile iki hususun kastedildiği anlamı çıkmaktadır:

Birincisi: Bunların hitabın delâleti dışında bir tevili yoktur. Nitekim selef, istivânın malum olduğunu söyledi. Süfyân ve başkalarının da dediği gibi: Onun okunması, onun tefsiridir. Yani bunlar, dil açısından açık, maruf ve seçiktir. Bunlar için tevil ve tahrifin dar geçitlerine başvurulmaz. İşte bu, selefin mezhebidir ve bununla birlikte selef, bu sıfatların hiçbir şekilde beşerin sıfatlarına benzemedikleri hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü el-Bârî'nin ne zatında ne de sıfatlarında hiçbir benzeri yoktur.

İkincisi: Tıpkı beşerin vasfının zihinde şekillendiği gibi bu sıfatlardan hayalde şekillenen şeyin bunların zahirleri olmasıdır. Ancak bu, zahir ile kastedilen değildir. Çünkü sıfatları çok olsa dahi Allâhu Teâlâ tektir, Samed'dir, O'nun benzeri yoktur. Zira sıfatlarının hepsi haktır ancak bu sıfatların misli ve benzeri yoktur. Onu görüp de bize niteliklerini anlatabilen kimdir?

Allâh'a yemin ederim ki bizler, içimizde bulunan ruhun tanımı hususunda bile aciz, bitkin, şaşkın ve dehşete düşmüş haldeyiz. Her gece ruhumuzun el-Bârî'si tarafından vefat ettirildiği vakit (uykuda) nasıl yükseliriz? O, ruhları nasıl salıverir? Ölümden sonra ruhlar nasıl intikal eder? Öldürülmesinden sonra Rabbi nezdinde kendisine rızık verilen şehidin hayatı nasıldır?

Şu anda nebîlerin hayatı nasıldır? Nebî Sallallâhu Aleyhi ve Sellem kardeşi Mûsâ Aleyh'is Selâm'ın kabrinde namaz kıldığına nasıl şahit olmuştur? Sonra nasıl onu altıncı semâda gördü ve onunla karşılıklı konuşarak ona âlemlerin Rabbine başvurmasını ve O'ndan ümmetinin yükünü hafifletmesini istemesini tavsiye etmiştir? Mûsâ, babası Âdem ile nasıl tartıştı ve Âdem nasıl takdir edilmiş bulunan kaderi ve tövbe edip, tövbenin kabul edilmesinden sonra kınamanın faydasız olduğu hüccetiyle Mûsâ'ya galip geldi?

Aynı şekilde biz cennette nasıl olacağımızı ve hurîleri vasfetmekten de aciziz.

Ya oradan meleklere geçsek meleklerin zatları, keyfiyetleri, bazılarının dünyayı bir lokmada yutabilmelerinin mümkün olması, bununla birlikte parlak, güzel ve nuranî cevherlerinin saf olması hususunda durumumuz nicedir?

Allâh ise daha ulu ve daha büyüktür. En büyük örnek yalnız O'nundur. Mutlak kemal O'na aittir. O'nun aslen bir benzeri yoktur.

﴿لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ﴾

"Benzeri hiçbir şey yoktur." (eş-Şûrâ, 42/11) [275]

Zehebi'nin sözleri sona erdi. [276]

Hatîb, 463 H yılında vefat etti. Kendisinden sonra Bağdât'ta bu alandaki bilgi dalında onun benzeri hiç kimse gelmedi.


[273] Yakın lafızlarla Zehebî, el-Uluvv, sf. 253-254.
[274] Yakın lafızlarla Zehebî, el-Uluvv, sf. 254.
[275] Diğer nüshada mezkûr ayet yerine şu ayet geçmektedir:

﴿آمَنَّا بِاللَّهِ وَاشْهَدْ بِأَنَّا مُسْلِمُونَ﴾

"Allâh'a iman ettik. Şahit ol, biz Müslümanlarız." (Âl-i İmrân, 3/52)
[276] Yakın lafızlarla Zehebî, el-Uluvv, sf. 251.
#7

Mütercimlerden Son Söz

Bismillâh'ir Rahmân'ir Rahîm.

Âlemlerin Rabbi olan Allâh'a hamdolsun, salat u selam, nebîmiz Muhammed'in, al u ashabının üzerine olsun.

Bundan sonra: Allâh'tan yardım ve tevfik dileyerek tercümesine başladığımız Türk diline ilk defa kazandırılan Muhammed bin Abd'il Vehhâb Rahimehullâh'ın oğlu Şeyh Abdullâh Rahimehullâh'ın kaleme aldığı el-Kelimât'un Nâfi'e fi'l Mukeffirât'il Vâki'a, yani "Vakıamızda Küfrü Gerektiren Şeylere Dair Faydalı Sözler" risalesinin tercümesini bitirmiş bulunmaktayız.

Allâhu Teâlâ, ilahî hikmeti ve adaleti gereği insanları fıtrat üzere yaratmış ve Kendisini onlara, ayetleriyle tanıtmıştır. Ancak onları iman etmeye zorlamamış ve ademoğluna ebedi saadet ve ebedi bedbahtlık arasında ihtiyar sahibi kılmıştır. Fıtrat üzere yaşayıp Allâh'ın birliğine inanan ilk nesiller gelip geçmiş, sonra salih zatlar hususunda bazı insanlar aşırıya kaçmış, onlara ilahî vasıflar yüklemişlerdir. Allâh'ın salatı ve selamı üzerine olsun, Nûh peygamberi Allâh vazifelendirmiş, o da insanları Allâh'a ve Allâh'ın birliğine davet etmeye başlamıştır. İnsanların kimisi Allâh'a tevhidle teslim oldu, O'na itaat ederek boyun eğdi ve Allâh'a isyan edenlere düşmanlık gösterdi, kimisi de bunun aksini yaparak kötü bir akıbet olan kendi sonlarını seçti. Böylece hem dünyada kurtuluş gemisine binemeyerek boğularak ölümle, hem de ahirette Allâh'ın hüccetinden yüz çevirme sebebiyle ebedi bir azapla karşı karşıya kaldılar.

İlahî kaza vuku bulduktan ve Allâh, iman edenleri yeryüzüne varis kıldıktan sonra, yine zamanla sapmalar vuku buldu, Müslümanlar ve kafirler olmak üzere iki sınıfa ayrılıp her toplum, kendi doğrusu uğruna mücadele etmeye başladı. Tarih boyunca bu hak batıl mücadelesi devam edegeldi.

Allâh, peygamberlerin dinlerinin tahrif edildiği, yeryüzünün şirk zülümatına gark olduğu, hidayet nurunun gitgide söndüğü bir fetret devrinde, son peygamberi Muhammed Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'i göndererek bizlere büyük bir lütufta bulundu. İnsanlık, Allâh'ın bu ihsanı sayesinde hakkı ve batılı gördü, kimisi hakka tabi oldu, kimisi de batıla duçar oldu.

Daha sonraki devirlerde kendisini İslam'a intisap eden halklar arasında cehalet yaygınlaştı. Cehaletin yaygınlığı, ilmin azlığı sebebiyle bu halklar arasında da şirk yer yer görülmeye başladı. Her devrin alimleri, bu şirke karşı mücadele etmiş, insanları bu durumdan kurtarmak için çaba sarfetmiş ve bazısı, şirke karşı risaleler dahi kaleme almıştır. Ancak Kıyamete yaklaştıkça her devir, bir öncekinden daha şerli, her topluluk, bir öncekinden daha kötü oldu. Zamanla artık kendisini ilme nispet eden bazı insanlar, şirki güzel görmüş, insanları şirke davet etmiş ve hatta şirk uğruna kitaplar tasnif etmişlerdir.

Böylece kendilerini ilme intisap edenler de ikiye ayrıldı: Bir kesim, şirk işleyenlerin yaptıklarının batıl olduğunu, onların müşrik olduğunu söyleyerek onları tekfir etmiş, bir kesim ise şirk işleyenlerin yaptıklarının batıl olduğunu savunmakla beraber kâh şirk işleyenlere meyletmek, kâh onları mazur görmek, kâh karşı çıktığında toplumun kabul görmemesi ve toplumun onları tecrit edip yalız bırakmasından dolayı onları tekfir edememiş ve onların "Şirk işleyen, cahil, günahkar Müslüman kardeşler" olarak isimlendirmişlerdir. Bununla da yetinmemişler, tevhid ve İslam ile amel etmeyenlerin tekfir edilmesinin sapkınlık ve aşırılık olduğunu söylemişler ve bunun, kendi tabirleriyle "sapkın harici Vehhabilik" düşüncesine ait olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Risaletin eserlerinin yeryüzünden silindiği, peygamberlerin getirdiği davetin unutulduğu bu ahir zamanda, İslam'a intisap eden insanlar arasında hâkim olan düşünce de ya Allâh'a ortak koşmanın güzel olduğu yönündedir ya da Allâh'a ortak koşmanın kötü olduğu ve İslam dininin güzel olduğu ancak tevhid ve İslam'la amel etmeyenlerin tekfir edilmesinin sapkınlık ve aşırılık olduğu yönündedir.

Tercümesini sunduğumuz bu risaleyi Şeyh Abdullâh, Müslümanın küfre girmesini gerektiren ve onu dinden çıkartan bazı fiillerin ve kavillerin beyanı ile kişinin iki şehadeti telaffuz etmesinin, İslam'a intisap etmesinin ve dinin şer'i hükümlerinin bir kısmıyla amel etmesinin onun tekfir edilmesine, öldürülmesine ve mürtetlere katılmasına mâni olmamasının beyanı sadedinde hazırlamıştır.

Şeyhin bu risaleyi yazmasının nedeni, kendi devrinde kendini ilme ve fıkha nispet eden bazılarının bu hususta hataya düşüp, iki şehadeti telaffuz edip ben Müslümanım diyen insanın, küfür yahut şirk işleseler dahi tekfir edilemeyeceğini ileri sürmeleri ve bunların tekfir edileceğine dair fetva verenlere karşı çıkmalarıdır.

Şeyh Rahimehullâh bu risalesinde, bu görüşün batıl olduğunu, bu görüşün cehaletten, ilme ihanetten ve taassuptan kaynaklandığını ve Kuran, Sünnet ve geçmiş alimlerin sözlerinden bir dayanağı olmadığını ispat etmiş ve böylesi insanların tekfir edilmesine dair sünnet ve din ehlinin imamları olan dört imamın ashabından müçtehit ulemanın sözlerini delil olarak sunmuştur.

Bu risalede dört mezhep ashabından büyük şirk hakkındaki ve kendi zamanlarında İslam'a intisap edip küfrü gerektiren fiil ve kavilleri işleyen kişileri tekfir etmelerine dair nakillere yer vermiş ve fıkıh kitaplarında yer alan mürtedin hükmü babı/küfrü gerektiren sözler bablarına benzer bir üslup takip etmiştir. Alimlerin, birbirinden bağımsız İslam'ı bozan farklı itikatlara sahip olan yahut bu tarz amellerde bulunan kişileri tekfir ettiklerine dair de birçok farklı örnek vermiş bulunmaktadır. Heytemî, Nevevî, Sinân'ud Dîn el-Amâsî, Ebû Şâme, Tartûşî, İbnu Akîl, İbnu Teymiyye, İbn'ul Kayyim, Kudûrî, Haccâvî ve Buhûtî Rahimehumullâh gibi alimlerden nakillerde bulunmaktadır.

Müellif küfrü gerektirmese de kendisine muhalif mezhep ve itikada sahip olan -hususen de müteahhir mezhep mensupları nezdinde muteber addedilen- alimlerden de nakillerde bulunmuştur. Böylece tekfir fikrinin aslında selefî-vehhâbî bir fikir olmadığını, aksine Eş'arî/Mâturîdî hatta tarikat mensubu alimlerin bile küfür söz yahut fiil işleyenleri tekfir ettiğini, yani aslında bunun İslam dininin aslı olduğunu herkes nezdinde ispat etmiş bulunmaktadır. Nakilleri verdikten sonra da bazı açıklamalara yer vermiş ve okuyucuyu insaflıca tefekkür etmeye yönlendirmiştir.

Allâh, müellife rahmetiyle muamele etsin, bizlere ve siz okuyuculara da istifade etmeyi nasip eylesin. Salih amelleri, minnetiyle tamama erdiren Allâh'a hamdolsun. Salat u selam, nebîmiz Muhammed'in, al u ashabının üzerine olsun. Âmîn.
#8
Tevhide Davet / DİNDE İHLAS VE SÜNNETE İTTİBA ...
Son İleti Gönderen Subul’us Selâm - 20.04.2024, 08:40

إِخْلَاصُ الدِّيْنِ وَاتِّبَاعُ السُّنَّةِ

Dinde İhlas ve Sünnete İttiba Etmek1

Şeyh'ul İslam Muhammed bin Abd'il Vehhâb Rahimehullâh

Allâhu Teâlâ kendisine rahmet edip bağışlasın, Şeyh'ul İslam Muhammed bin Abd'il Vehhâb'ın şöyle bir risalesi de vardır:

Rahmân ve Rahîm olan Allâh'ın adıyla,

Bu mektubun kendisine ulaştığı Müslümanlardan herkese, Allâh bizi ve onları hak dinine iletsin ve sıratı müstakiminde ilerlemeyi nasip etsin. Bizi ve onları iki Halil'i olan Muhammed Sallallâhu Aleyhi ve Sellem ve İbrâhîm Aleyh'is Selâm'ın dini ile rızıklandırsın.

Selâmun Aleykum ve Rahmetullâhi ve Berekâtuhu.

Bundan sonra;

Allâhu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Yeryüzünde fitne (şirk) kalmayıp din, tamamıyla Allâh'ın oluncaya kadar onlarla savaşın." (el-Enfâl, 8/39)

Allâhu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Hep birlikte Allâh'ın ipine sımsıkı tutunun, ayrılığa düşmeyin." (Âl-i İmrân, 3/103)

Allâhu Teâlâ yine şöyle buyurmaktadır:

"Nûh'a emrettiğini, size de din kıldı."

Allâhu Teâlâ'nın şu kavline kadar:

"Dini dosdoğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin!" diye." (eş-Şûrâ, 42/13) Ayetin sonuna kadar.2

Allâh'tan ve ateşten korkan her insanın kendisini yaratan Rabbinin kelamı üzerinde düşünmesi vaciptir.

İnsanlardan herhangi birinin Nebî Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in dininden başka bir şeyle Allâh'a itaat etmesi mümkün olabilir mi? Zira Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Kim, kendisine hidayet (doğru yol) besbelli olduktan sonra Rasûl'e karşı çıkar, müminlerin yolundan başkasına uyarsa, onu yöneldiği yolda bırakırız." (en-Nisâ, 4/115) Ayetin sonuna kadar.3

Nebî Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in dini tevhiddir ki o da Lâ İlâhe İllallâh Muhammedun Rasûlullâh'ı bilmek ve bunların gerektirdikleri ile amel etmektir.

Eğer insanların hepsi bunu söylüyor denilirse, o kimseye şöyle denilir:

İnsanlardan kimisi vardır ki bu sözü söyler, fakat bu sözün manasının "Allâh'tan başka yaratan yoktur" ya da "Allâh'tan başka rızık veren yoktur" veya buna benzer şekilde olduğunu zanneder.

Kimisi vardır bunun manasını fehmetmez.

Kimisi de bunun gerekleriyle amel etmez.

Kimisi de bunun hakikatini akletmez.

Bundan daha tuhaf olanı ise, bunun manasını bir yönden kavrayan fakat buna ve ehline de bir yönden düşmanlık edenlerdir.

Bundan da tuhaf olanı ise bunu sevip kendisini bunun ehline nispet eden, ancak bunun dostları ile düşmanlarının arasını ayırmayandır.

Ey tüm noksanlıklardan tenzih ettiğim en büyük Allâh'ım! Birbirine zıt iki fırka tek bir dinde bir arada bulunup da hepsi hak üzere olur mu? Allâh'a yemin ederim ki hayır!

"Haktan sonra sapıklıktan başka ne vardır?" (Yûnus, 10/32)

Şayet şöyle denilirse: "Tevhid güzeldir, din haktır, ancak tekfir ve savaş hariçtir!" cevaben denilir ki:

Tevhid ile ve Rasûl Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in dini ile amel edin ki tekfir ve savaş hükmü üstünüzden kalksın! Eğer ki tevhidin hakkı, ona buğzedip düşmanlık göstermek bir yana onu ikrar edip hükümlerinden yüz çevirmekse, Allâh'a and olsun ki bu küfrün bizzat kendisi ve en açığıdır.

Kendisine bundan herhangi bir şey karışık gelen kişi, Muhammed Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in ve ashabının siretini mütalaa etsin.

Allâh'ın selamı, rahmeti ve bereketi mektubun başında olduğu gibi sonunda da üzerinize olsun.




1- Er-Rasâil'uş Şahsiyye, 27. Mektup, sf. 182-183; ed-Durar'us Seniyye, 2/55-56.

2- Ayetin tamamı şöyledir:

"Dini dosdoğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin!" diye Nûh'a emrettiğini, sana vahyettiğini, İbrâhim'e, Mûsâ'ya ve Îsâ'ya emrettiğini size de din kıldı. Fakat senin kendilerini çağırdığın şey, Allâh'a ortak koşanlara ağır geldi. Allâh, ona dilediğini seçer. İçtenlikle kendine yönelenleri de ona ulaştırır." (eş-Şûrâ, 42/13)

3- Ayetin tamamı şöyledir:

"Kim, kendisine hidayet (doğru yol) besbelli olduktan sonra Rasûl'e karşı çıkar, müminlerin yolundan başkasına uyarsa, onu yöneldiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir varış yeridir." (en-Nisâ, 4/115)
#9
E-Kitaplar / PDF TEVHÎD KELİMESİ KÜFÜR İLE ...
Son İleti Gönderen Subul’us Selâm - 18.04.2024, 19:44

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ


Oku        İndir
#10
Selef-i Salihin Akidesi / Ynt: ET-TUHFET'UL MEDENİYYE Fİ...
Son İleti Gönderen İ'tisam - 15.04.2024, 14:53

İmam Ebu'l Kâsım Abdullâh bin Halef el-Mukri el-Endulisî'nin Görüşünün Zikri

Mulahhas şerhinde nüzul hadisini zikrederken şöyle dedi:

"Bu hadiste, ilim ehlinin dediği gibi Allâhu Teâlâ'nın temas olmaksızın[271] ve keyfiyetlendirmeksizin, yedi kat semanın üstünde, arşın üzerinde olduğuna dair bir delil bulunmaktadır. Onların görüşlerinin delili, Allâhu Teala'nın şu buyruğudur:

﴿‌الرَّحْمَنُ ‌عَلَى ‌الْعَرْشِ ‌اسْتَوَى﴾

"Rahman Arşa istivâ etti." (Tâ Hâ, 20/5)

Yine Allâhu Teala'nın şu buyruğudur:

﴿ثُمَّ ‌اسْتَوَى ‌عَلَى ‌الْعَرْشِ﴾

"Sonra arşa istivâ etti." (el-A'râf, 7/54)

Yine Allâhu Teala'nın şu buyruğudur:

﴿لَيْسَ لَهُ دَافِعٌ ۞ مِنَ اللَّهِ ذِي الْمَعَارِجِ﴾

"Me'âric (yükselme yolları) sahibi Allâh tarafından kesinlikle inecek olan ve hiç kimsenin uzaklaştıramayacağı..." (el-Me'âric, 70/2-3)

Ayette geçen Urûc kelimesi, yükselmek anlamına gelir.

Mâlik bin Enes dedi ki: "Allâh Azze ve Celle, fi's Semâ (semadadır), ilmi ise her yerdedir ve ilminin olmadığı bir yer yoktur."

"Fi's Semâ," sözü ile kastettiği "Ala's Semâ"dır, (semanın üzerinde olmasıdır)."

Nihayet söyle dedi: "Zikrettiklerimin hepsi, istivânın mecazi olduğunu ve istivânın manasının istila olduğunu savunan kişinin görüşünün batıllığı hususunda açık delillerdir. Çünkü istilanın manası lügatte birisine galip gelmeye çalışmaktan sonra meydana gelir, ancak Allâh'a hiçbir kimse galip gelemez.

Ümmet, kastedilenin mecaz olduğu noktasında ittifak etmediği sürece sözü hakikati üzerine hamletmek, sözün bir hakkıdır. Zira Rabbimizden bize indirilene tabi olmanın bundan başka yolu yoktur. Ancak Allâh'ın kelamı -bir başka veçhe teslim olmayı gerektiren bir şey bunu men etmedikçe- vecihlerden en şöhret bulmuş olanına ve en zahiri olanına hamledilmelidir. Şayet her iddiacının mecaz iddiasını kabul etseydik, ibadetlerden hiçbiri sabit olmazdı. Fakat Allâh, Arapların -alışageldiği hitabın ve dinleyenlerin nezdinde manası sahih olacak şekilde- anlayacağı tarzın dışında ümmete hitap etmekten münezzehtir.

İstivâ lügatte malumdur ve anlaşılan bir şeydir. İstivâ, uluvv (yücelik), bir şeyin üzerine yükselmek ve orada temekkün etmek (yerleşmek) demektir.

Şayet biri bize ihticac ederek şöyle dese: "Şayet bu şekilde olsaydı, Allâh mahlûkata benzerdi. Çünkü mekânların kuşattığı ve ihtiva ettiği şeyler mahluktur."

Denilir ki: Bu, bunu gerektirmez. Çünkü Allâhu Teâlâ'nın,

﴿لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ﴾

"Benzeri hiçbir şey yoktur." (eş-Şûrâ, 42/11)

Yine, Allâh yarattıklarına kıyas edilmez, O mekânlardan önce de vardı. Akıllarda doğrulanmıştır ve delillerle de sabittir ki Allâh, ezelde hiçbir mekânda değildi ve yok da değildi. Durum böyleyken yarattıklarından bir şeye nasıl kıyas edilir? Veya O'nun ve yarattıklarının arasında nasıl bir misallik veya benzerlik olur? Allâh, zalimlerin dedikleri şeylerden çok daha yücedir.

Eğer birisi şöyle derse: "Bizler, Rabbimizi ezelde var olmakla ve hiçbir mekânda olmamakla vasıflandırdık. Sonra Allâh mekânları yarattı ve böylece Kendisi de bir mekânda oldu. Böylece Allâh'da değişiklik ve intikal söz konusu olduğunu ikrar etmiş oluruz. Böylece, Allâh ezelde sahip olduğu (mekânsızlık) sıfatından zail oldu ve bir mekânda bulunup diğer bir mekânda bulunmadı."

Ona denilir ki: Aynı şekilde sen de Allâh'ın bir mekânda olmadığını, sonra da her mekânda olduğunu iddia ettin. Senin mabudun sana göre değişiklik gösterdi ve bir mekânda değilken tüm mekânlara intikal etti!

Eğer şöyle derse: "Şüphesiz Allâh, ezelde de şu anda olduğu gibi tüm mekânlardaydı."

Bu durumda iddia sahibi, Allâh ile beraber ezelde eşyayı ve mekânları var etmiştir ki bu fasittir.

Şayet şöyle derse: "Allâh'ın ezelde mekânda değilken, sonra mekâna intikal etmesi senin katında caiz mi?"

Ona şöyle denilir: İntikal ve hâl değiştirmeye gelince; bunu, O'nun hakkında ıtlak etme yolu yoktur. Çünkü O'nun ezelde var olması, bir mekânda olmasını gerektirmez. Aynı şekilde O'nun intikal etmesi de bir mekânda olmasını gerektirmez. O bu hususta yaratılmışlar gibi değildir.

Fakat, her ne kadar aynı anlamlara sahip olsalar da biz "Mekânı olmayan [bir mekâna] istivâ etmiştir," deriz ancak "O intikal etmiştir" demeyiz. Nitekim "O'nun arşı var" deriz, ancak "O'nun serîri (yatağı) var" demeyiz. Yine "O, el-Hakîm'dir" deriz, ancak "O, el-Âkil'dir (akıl sahibidir)" demeyiz. "O, İbrâhîm'in halilidir" deriz, ancak "O, İbrâhîm'in sadîkidir (arkadaşıdır)" demeyiz. Çünkü biz Allâhu Teâlâ'nın Kendi nefsini isimlendirdiği şeyler dışında başka bir şey ile isimlendirmeyiz, sıfatlandırmayız ve O'nun üzerine ıtlak etmeyiz. Nefsini vasıflandırdığı şeyleri O'ndan def etmeyiz, zira bu Kur'ânı defetmektir." [272]


[271] Şeyh Abd'ul Latîf bin Abd'ir Rahmân Âl'uş Şeyh Rahimehullâh, şöyle demiştir:

"Kişinin, "Allâh, arşa temas etmeden istiva etti," sözüne gelince; biz daha önce selefin ve İslam imamlarının mezhebinin, Kitap ve Sünnet'te yer alan hususlara ziyade yapmamak ve onları aşmamak olduğunu ve onların Kitap ve Sünnet'in durduğu ve sonlandırdığı yerde durup sonlandırdıklarını zikretmiştik.

İmam Ahmed Rahimehullâh şöyle demiştir: "Allâhu Teâlâ, Kendi nefsini vasfettiğinden veya Rasûlü Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in Onu vasfettiğinden başkasıyla vasfedilmez." İmam Ahmed'den alıntı sona erdi.

Bu ise onların Allâh'a dair ilimlerinden, göğüslerinde yer alan Allâh'ın azametinden, onların nezdinde Allâhu Teâlâ'nın heybetinin şiddetli olmasından ve celalinin büyüklüğünden kaynaklanmaktadır.

Temas lafzı sonradan icat edilmiş bidat bir lafızdır. Kendisine uyulan ve tabi olunan hiç kimse bunu söylememiştir. Eğer ki bu ibareyle nassların delalet etmiş olduğu istivayı, uluvvu, yüksekliği ve fevkiyyeti (yukarıda olmayı) nefyetmek kastediliyorsa bu batıl bir sözdür. Bunu söyleyen sapmıştır, Kitab'a, Sünnet'e ve ümmetin selefinin icmasına muhalefet etmiştir, sahih akıllara ve sarih nasslara karşı kibir sergilemiştir ve şüphesiz bu kişi, kendisinden önce geçmiş Cehmîler'in cinsinden bir Cehmî'dir.

Ancak temas lafzıyla bu manayı kastetmiyorsa, hatta istiva lafzının delalet etmiş olduğu uluvv, fevkiyyet ve yüksekliği de isbat ediyorsa, bu kişi hakkında kendisinin sapık bir bidatçi olduğu ve sıfatlar konusunda şüphe ve vehim uyandıran bir söz sarfettiği söylenir.

Bu temas lafzını nefyetmek de isbat etmek de caiz değildir. Bu konuda vacib olan şey, Kitap ve Sünnet'e uymak, selefi ve imanî tabirler kullanmak ve müteşabihi terk etmektir." (ed-Durar'us Seniyye, 3/289-290)

[272] Yakın lafızlarla İbn'ul Kayyim, İctimâ'ul Cuyûş'il İslâmiyye, Dâru Atâ'ât'il İlm, sf. 227-233.
🡱 🡳