Bismillahirrahmanirrahim,
Evet, gerçekten Kabe kuşatılıyor. Hicaz’ın yani Mekke ve Medine’nin etrafı bir şii/Rafızi koridoruyla örülüyor. Abdullah bin Sebe isimli Yahudi’nin İslam ümmetinin içine soktuğu Şia hançerinin yarası 1400 seneden beri gitgide derinleşiyor. İslam’a nisbet edilen ülkelerde Şiilik her geçen gün yayılıyor. 500 sene önce Şah İsmail adlı –esasında ne Şiilikle ne Sünnilikle alakası olmayan- batini mülhid İran ve Azerbeycan’ı ele geçirerek öncesinde Ehli sünnetin merkezi olan bu bölgeleri kılıç zoruyla Şiileştirdi ve böylece yüzlerce yıl sürecek Safevi imparatorluğunun temelini attı. Şia’nın ikinci büyük hamlesi ise h.1400/m.1979 tarihinde meydana gelen İran devrimiyle gerçekleşti. O zamanlar Sünni geçinen birçok ahmak batıcı laik Şah rejimine karşı İslam kisvesi giymiş sarıklı, cübbeli Şii Ayetullah’ların galibiyetini İslam’ın zaferi olarak kutladı. Halbuki olan şey İran’ın eski Sasani ve Safevi imparatorlukları zamanındaki günlerine geri dönmesiydi. İran derin devleti bunun tek çaresinin İran’ın kendi Şii köklerine geri dönmesi olduğunu fark etti ve bunun, işi gücü Paris ve Londra sosyetesine caka satmak olan köhne Şah ailesiyle olmayacağını tesbit ederek bu hanedanı tasfiye etti. Batı’nın güya en büyük düşmanı (!) olan Humeyni; Yahudi ve masonların hakimiyetinde olan Fransa’dan –her gün Fransız radyosundan verdiği mesajlarla- ihtilali yönetti. Öyle görünüyor ki bugün üst akıl adı verilen küresel Yahudi şebekesi sanıldığının aksine İran Devrimi’nden memnundu. Bugün birçok kişi İran’ın Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de, Afganistan’da uyguladığı mezalime ve küresel tağutlarla olan işbirliğine şaşırsalar da işin esasında zaten İran’ın İslami kisveli rejimi bugünler için tesis edilmişti Allahu a’lem.
İnkılaptan sonra –o güne kadar batı kuklası laik rejimlere ve Haçlı-Yahudi güçlerine karşı bir direniş önderi arayan- Ortadoğu halkları adeta İran’a meftun oldu ve Fas’tan Endonezya’ya kadar bütün İslam ülkesi adı verilen coğrafyada Şii ve Sünniler arasında İran’a bağlı hizbullahi (!) cemaatler tesis edildi. Başta sadece siyasi olarak İran’a sempati duyan çevreler zamanla itikadi olarak da Şiileştiler. Şu anda da halen bu Şii misyonerliği faaliyeti tüm hızıyla sürmektedir. 1979’dan önce bir tane Şii bulunmayan Afrika ülkesi Nijerya’da bugün 6-7 milyon Şii’den bahsedilmektedir. Keza düne kadar İran’ın resmi mezhebi olan Caferi mezhebine müntesip tek bir ferdin belki yaşamadığı Yemen’de Zeydiyye mezhebine mensup bir grup inkilaptan sonra İran tarafından eğitilerek İmamiye Şia’sına dahil edildi ve bu insanlar bugün Husiler adı altında Yemen’i ele geçirmek üzeredirler. Aynı şekilde Mısır, Filistin, Lübnan gibi birtakım ülkelerde de bol miktarda Şiileşmiş cemaatler bulunmaktadır. Türkiye’ye gelecek olursak; Türkiye’de de durum vahimdir. 1979’dan bu yana onbinlerce Sünni Şia mezhebine geçmiş durumdadır. Ayrıca Alevilerdeki ve Azeri kökenli Caferilerdeki mezhebi bilinç arttırılmıştır. Ancak Türkiye’deki Şia misyonerliği faaliyetleri 5-6 sene öncesine kadar daha ziyade eski radikal İslamcı birtakım unsurlar ve de Alevilerle sınırlıydı. Son yıllarda ise daha önce İran’a mesafeli duran birtakım geleneksel dini cemaatlerde de Şia sempatizanlığının ortaya çıktığını görüyoruz ki bu, artık Rafızi Şiiliğin Türkiye’de geniş kitlelere sirayet ettiğini göstermektedir. Mesela düne kadar Sünni görünümlü bir yapı olarak faaliyet gösteren Haydar Baş liderliğindeki Kadiri tarikatı mensupları bugün artık Şiiliği açıktan savunur hale gelmiştir. Bu grubun Karadeniz bölgesi başta olmak üzere yüzbinlerle ifade edilen bir etki alanı sözkonusudur. Birtakım derin çevrelerle teması olduğu bilinen bu şahsın bu mezhep değiştirme kararını da tek başına almadığı kuvvetle muhtemeldir. Bu da işin vahametini arttırmaktadır zira devletin, askeriyenin içindeki bazı grupların da bu Şiileştirme projesine destek olduğunu göstermektedir. İran devriminin en hızlı dönemlerinde İran’a mesafeli durmuş olan Milli Görüş camiası ve siyasi alandaki uzantıları olan Saadet Partisi keza bugün artık İrancı bir partiye dönüşmüştür ve bilhassa gençlik tabanında İran ve Şii sempatizanlığı gitgide artmaktadır. Bir zamanlar Türkiye’deki en güçlü Sünni cemaatleri olan bu yapılar ve benzerlerinin Şiiliğe kayması Türkiye’deki dini altyapının gitgide Şiileştiğini göstermektedir. İşte işin dini boyutunda Şii yayılmacılığı böylesine tehlikeli bir düzeye ulaşmıştır. Bu konularda bu insanlar nasıl olsa dün de şirk içindeydiler, bugün de öyleler, Sünni veya Şii olmaları bizi ilgilendirmez şeklinde basit bir yaklaşım sergilenemez. Sünni tabanın Şiileşmesi, tevhidden zaten uzak olan bu kitlelerin iyice tevhide kapılarını kapaması anlamına geliyor. Zira bütün olumsuzluklarına rağmen yine de tevhid akidesini kabul edecek bir kitle varsa o da kendisini Ehli sünnete nisbet eden kitledir, zira bu kitleye gerçek Ehli sünnet akidesi anlatıldığında aradaki ortak noktaların çokluğu hasebiyle dönüşme ihtimalleri de vardır. Lakin Şia’yla ortak noktalar azdır ve Şia’nın tevhid akidesine uzaklığı hatta düşmanlığı da ortadadır. İşte küresel şeytani odakların Sünnileri adım adım dönüştürerek ya da imha ederek Şia yayılmacılığını desteklemelerinin ardında da bu, yani tevhid davetinin önünü kesme arzusu yatmaktadır.
İşte bu zikrettiğimiz tevhid davetine set olma hedefiyle uygulanan başka bir plan da Sünni bölgeleri Sünnilerden arındırmak ve yerine Şiileri yerleştirmek şeklinde cereyan etmektedir. Tarih boyunca Şia hakimiyetine girmemiş olan Suriye bölgesi 1970’li yıllarda Nusayrilere devredildi ve o günden bu yana Suriye’de sistematik olarak bir Sünni soykırımı yaşanmaktadır. Oradaki Sünnilere yönelik etnik temizlik dün başlamadı, 40 seneyi geçkin bir zamandır Suriye’de milyonlarca Sünni öldürülmüş ya da yurt dışına çıkmaya zorlanmıştır. Son savaşta da 10 milyon kadar Suriyeli’nin yurt dışına kaçtığı söylenmektedir ki bu rakamın çoğu Sünnilerden oluşmaktadır. Savaş bitse bile bu insanların ne kadarının ülkeye döneceği meçhuldür. Irakta’da durum farklı değildir. İlerde muhtemelen Yemen’de de durum farklı olmayacaktır. Bu Sünni temizliği Türkiye’de de yaşanabilir. Kısacası bölgede çaktırmadan demografiyle, nüfus yapısıyla oynanmakta ve bölge Sünnilerden arındırılarak kah misyonerlik yoluyla kah da baskıyla Şiileştirilmektedir. Göründüğü kadarıyla çizilen bu Şii hilalinin amacı Suudi Arabistan’ı yani Harameyn’i, Mekke ve Medineyi kuşatmaktır. Nitekim İranlı yetkililer hedeflerinin Hicaz olduğunu ifade etmektedirler. Amerika’da yayınlanan bazı haritalarda Suudi Arabistan’ın birkaç parçaya bölündüğü ve Harameyn’in de uluslar arası bir İslam (!) komisyonuna devredileceği gösterilmiştir. Küresel tağutların esas itibariyle Suud ailesiyle bir alıp veremedikleri olmaz, ancak bu mürted hanedana “Vahhabilik” adını verdikleri tevhid akidesiyle olan göstermelik bağlarını da artık sonlandırmaları ve tevhid davetini Suudi topraklarından tümüyle tasfiye etmeleri dayatılmaktadır. Zira Suud ailesi 250 senedir bu akideye destek vermektedir ve siyasi meşruiyetini de halk nezdinde buradan sağlamaktadır. Selefi akideyi tümüyle terk etmeleri bu hanedanın da sonu demektir ancak bir yandan da uluslar arası Siyonist şebeke “terörün ideolojik referansını” oluşturduğu gerekçesiyle selefiliğin tasfiyesini Suudi yönetimine dayatmaktadır. Bu konuda da bize ne bundan denilemez ve Suudi yönetimin tağut olduğu gerekçesiyle bu rejimi kim devirirse devirsin gibi sığ bir yaklaşım sergilenemez. Suudi yönetimi devrilsin de yerine daha mı iyisi gelecek, bunun düşünülmesi gerekir. Çünkü küresel mihrakların hedefi Suudi yönetimini devirip ya Rafızileri ya da selefe düşman başka birtakım unsurları hakim kılmaktır. Unutulmamalıdır ki Allah dilerse facirler eliyle de dinini güçlendirir. Suud hanedanı siyasi gayelerle de olsa tevhid ve sünnete dair kitapları neşretmekte, her sene hac için genel milyonlarca kişiye bu tarz risaleleri dağıtmakta ve de Harem bölgelerindeki şirk ve bidatlere müdahele ederek o mukaddes bölgede bu tarz münkerata engel olmaktadır. İşte bugün küresel odakların Suudi Arabistan’ı hedef tahtasına oturtması tam da bu sebebten kaynaklanmaktadır. Hedef tevhidi ve selefi akideyi tümüyle yeryüzünden kaldırmaktadır.
Anlattığımız bu durumdan kurtulmanın birinci yolu öncelikle selef menheci ışığında sahih tevhid akidesine dönmektir. Bundan sonra da bilhassa Şia misyonerliğine ve yayılmacılığına engel olmaktır. Bunu yaparken de provakatif hareketlerden uzak durulması gerekmektedir. Nitekim Batı devletleri Türkiye de dahil birtakım bölge ülkelerini ve bazı grupları tuzağa düşürerek Suriye’yi karıştırmış ve bu kargaşa İslam’dan ve Sünnilikten bütünüyle arınmış olan bir Suriye tablosuyla neticelenecek gibi gözükmektedir. Bu hususta bilhassa da İŞİD vb örgütler Ehli sünnete hizmet görüntüsü altında Sünni katliamının meşru addedilmesine yol açacak provakatif eylemlerde bulunmuştur. O yüzden bu konularda çok uyanık hareket edilmesi ve bu tarz kışkırtmalara gelinmemesi gerekmektedir. Bilhassa yayın yoluyla Şia’nın iç yüzü deşifre edilmeli ve de tevhid ve sünnet menhecine dair neşriyata ağırlık verilmelidir. Kendisini tevhide ve Ehli sünnete nisbet eden yapılar kısır çekişmeleri bir kenara bırakarak ihtilaflarını acilen Kuran ve sünnet ışığında çözmeli ve böylece dünyada da ahirette de zillete yol açacak bu vahim ortamdan kurtulmanın çareleri aranmalıdır. Halep’te yaşanan Sünni soykırımı vesilesiyle bu hakikatleri hatırlatmak istedik vesselam.