Ebu Davud, Süfyan’ın aynı manaya gelen başka bir sözünü şu şekilde nakletmektedir:
حَدَّثَنَا أَحْمَدُ بْنُ إِبْرَاهِيمَ، حَدَّثَنَا أَحْمَدُ بْنُ نَصْرٍ، قَالَ: سَأَلْتُ سُفْيَانَ بْنَ عُيَيْنَةَ قُلْتُ: يَا أَبَا مُحَمَّدٍ أُرِيدُ أَسْأَلُكَ، قَالَ: لَا تَسْأَلْ، قُلْتُ: إِذَا لَمْ أَسْأَلُكَ فَمَنْ أَسْأَلُ، قَالَ: سَلْ قُلْتُ مَا تَقُولُ فِي هَذِهِ الْأَحَادِيثِ الَّتِي رُوِيَتْ نَحْوَ: الْقُلُوبُ بَيْنَ أُصْبُعَيْنِ، وَأَنَّ اللَّهَ يَضْحَكُ أَوَ يَعْجَبُ مِمَّنْ يَذْكُرُهُ فِي الْأَسْوَاقِ، فَقَالَ: «أَمِرُّوهَا كَمَا جَاءَتْ بِلَا كَيْفٍ»
“Bize Ahmed bin İbrahim tahdis etti ve dedi ki: Bize Ahmed bin Nasr tahdis etti ve dedi ki: Süfyan bin Uyeyne’ye sordum ve dedim ki: Ey Ebu Muhammed! Ben sana bir şey sormak istiyorum! O, sorma dedi. Dedim ki: Sana sormayacaksam kime soracağım? Bunun üzerine sor, dedi. Dedim ki: Rivayet edilen şu tarz hadisler hakkında ne diyorsun? ‘Kalpler, iki parmak arasındadır.’ ‘Allah, çarşıda pazarda kendisini zikredenlere güler yahut hayret eder.’ Şöyle dedi: Bunları, nasıl demeden (keyfiyetine dalmadan) geldiği gibi kabul edip geçin!” (el-Merasil, no: 75)
Aynısı, diğer selef imamlarından da nakledilmiştir. Mesela Lalekai şu haberi nakletmiştir:
أَخْبَرَنَا أَحْمَدُ بْنُ عُبَيْدٍ، قَالَ: أَخْبَرَنَا مُحَمَّدُ بْنُ الْحُسَيْنِ، قَالَ: ثَنَا أَحْمَدُ بْنُ أَبِي خَيْثَمَةَ، قَالَ: ثَنَا الْهَيْثَمُ بْنُ خَارِجَةَ، قَالَ: ثَنَا الْوَلِيدُ بْنُ مُسْلِمٍ، يَقُولُ: سَأَلْتُ الْأَوْزَاعِيَّ وَسُفْيَانَ الثَّوْرِيَّ، وَمَالِكَ بْنَ أَنَسٍ عَنْ هَذِهِ الْأَحَادِيثِ الَّتِي فِيهَا ذِكْرُ الرُّؤْيَةِ , فَقَالُوا: «أَمِرُّوهَا كَمَا جَاءَتْ بِلَا كَيْفَ»
(İsnadı zikrettikten sonra) Velid bin Müslim diyor ki: Ben, Evzai, Süfyan es-Sevri ve Malik bin Enes’e bu rüyet (Allah’ın görülmesi) hakkındaki hadisleri sorduğum zaman hepsi şöyle dediler: ‘Onları nasıl demeden (keyfiyetine dalmadan), geldikleri gibi kabul edip geçin!’ (es-Sunne, no: 930, İbn Ebi Hayseme, et-Tarih’ul Kebir, no: 4688)
Acurri ise aynı rivayeti şu şekilde nakletmiştir:
حَدَّثَنَا أَبُو سَعِيدٍ أَحْمَدُ بْنُ مُحَمَّدِ بْنِ زِيَادٍ قَالَ: نا أَبُو حَفْصٍ عُمَرُ بْنُ مُدْرِكٍ الْقَاصُّ قَالَ: حَدَّثَنَا الْهَيْثَمُ بْنُ خَارِجَةَ قَالَ: نا الْوَلِيدُ بْنُ مُسْلِمٍ قَالَ: سَأَلْتُ الْأَوْزَاعِيَّ , وَالثَّوْرِيَّ , وَمَالِكَ بْنَ أَنَسٍ , وَاللَّيْثَ بْنَ سَعْدٍ: عَنِ الْأَحَادِيثِ الَّتِي فِيهَا الصِّفَاتُ؟ فَكُلُّهُمْ قَالَ: «أَمِرُّوهَا كَمَا جَاءَتْ بِلَا تَفْسِيرٍ»
(İsnadı zikrettikten sonra) Velid bin Müslim diyor ki: Ben, Evzai, Süfyan es-Sevri, Malik bin Enes ve Leys bin Sa’d’a bu sıfatlar hakkındaki hadisleri sorduğum zaman hepsi şöyle dediler: ‘Onları tefsir etmeden, geldikleri gibi kabul edip geçin!’ (eş-Şeria, 3/1146 no: 720; ayrıca İbn Batta, el-İbane, 7/241, İbn Abdilberr, el-İstizkar, 2/513)
İbn Receb el Hanbeli ise el-Hasen’in şöyle dediğini hakletmiştir:
قال أبو هلال: سأل رجل الحسن عن شيء من صفة الرب عز وجل، فقال: أمروها بلا مثال
“Ebu Hilal dedi ki: Adamın biri el-Hasen’e Rabb Azze ve Celle’nin sıfatları hakkında bir şey sorunca o şöyle cevap verdi: Onu misal vermeksizin (benzetme yapmaksızın) kabul edip geçin!” (Feth’ul Bari, 7/234)
Aynı rivayetin bazı lafızlarında “keyfiyetini, nasıllığını araştırmadan” denilirken, bazılarında ise “tefsir etmeden” denilmesi, keza bazılarında da misal vermeksizin (benzetme yapmaksızın) denilmesi bunların hepsinin aynı manada kullanıldığını ve burada nehyedilen tefsirin keyfiyet verme ve Allahı mahlukatına benzetme manasındaki bir tefsir olduğunu göstermektedir. Keza, selef imamlarından benzer lafızda nakledilen bazı haberler, bununla bazen zahirine muhalif tevilleri reddetmenin kasdedildiğini de göstermektedir. Abdullah bin Ahmed bin Hanbel’in babasından naklettiği şu haberde olduğu gibi:
سَأَلْتُ أَبِي رَحِمَهُ اللَّهُ عَنْ قَوْمٍ، يَقُولُونَ: لَمَّا كَلَّمَ اللَّهُ عَزَّ وَجَلَّ مُوسَى لَمْ يَتَكَلَّمْ بِصَوْتٍ فَقَالَ أَبِي:
«بَلَى إِنَّ رَبَّكَ عَزَّ وَجَلَّ تَكَلَّمَ بِصَوْتٍ هَذِهِ الْأَحَادِيثُ نَرْوِيهَا كَمَا جَاءَتْ
“Allah rahmet etsin, babama Allah Azze ve Celle, Musa ile konuştuğunda sesle konuşmadı diyen bir topluluk hakkında sordum da bana şöyle cevap verdi: Bilakis Aziz ve Celil olan Rabbin sesle konuşmuştur. Biz bu hadisleri geldiği gibi rivayet ederiz.” (es-Sunne, no: 533)
Bu, Abdullah’ın babasından arada herhangi bir vasıta olmaksızın naklettiği, inkarına mecal olmayan bir haberdir. Burada öncelikle İmam Ahmed, hiçbir tefvizcinin kabul etmeyeceği “ses” sıfatını kabul etmekte ve böylece kelam sıfatının manasını da açıklamış olmaktadır. Bizim konumuzla alakalı yönü ise sözün sonunda sarfettiği “geldiği gibi rivayet ederiz” ifadesidir ki bu “geldikleri gibi kabul edip geçin” ifadesiyle aynı manaya gelmektedir ve bundan kasdın hadisleri zahirleri üzere kabul etmek olduğunu göstermektedir. Eğer maksat bu olmasaydı sözün öncesinde ses meselesinin sözkonusu edilmesinin bir anlamı olmazdı. Kelam hakkındaki ayet ve hadislerin zahiri ses sıfatını isbat etmekte ve İmam Ahmed de bu nassların zahirleri üzere kabul edilmesi gerektiğini ifade etmektedir ki bundan dolayı da ses sıfatını kabul etmektedir. İşte bu, hadisleri geldiği gibi kabul etmenin ne anlama geldiğini tefsir eden bir haberdir. Bundan Mufavvida’nın anladığı şekilde, herhangi bir mana vermeden okuyup geçin diye bir şey kasdedilmediği bu rivayet nezdinde aşikardır. Buna delalet eden başka bir haberi ise Hallal, şu şekilde nakletmektedir:
وَقَدْ حَدَّثَنَا أَبُو بَكْرٍ الْمَرُّوذِيُّ، رَحِمَهُ اللَّهُ قَالَ: سَأَلْتُ أَبَا عَبْدِ اللَّهِ عَنِ الْأَحَادِيثِ الَّتِي تَرُدُّهَا الْجَهْمِيَّةُ فِي الصِّفَاتِ، وَالرُّؤْيَةِ، وَالْإِسْرَاءِ، وَقِصَّةِ الْعَرْشِ، فَصَحَّحَهَا أَبُو عَبْدِ اللَّهِ، وَقَالَ: " قَدْ تَلَقَّتْهَا الْعُلَمَاءُ بِالْقَبُولِ، نُسَلِّمُ الْأَخْبَارَ كَمَا جَاءَتْ، قَالَ: فَقُلْتُ لَهُ: إِنَّ رَجُلًا اعْتَرَضَ فِي بَعْضِ هَذِهِ الْأَخْبَارِ كَمَا جَاءَتْ فَقَالَ: يُجْفَى، وَقَالَ: مَا اعْتِرَاضُهُ فِي هَذَا الْمَوْضِعِ، يُسَلِّمُ الْأَخْبَارَ كَمَا جَاءَتْ؟ "
“Bize Ebubekr el Mervezi (rh.a) tahdis etti ve dedi ki: Ben Ebu Abdillah’a (yani Ahmed bin Hanbel’e) Cehmiye’nin reddettiği sıfatlar hakkındaki, rüyet, İsra ve Arş kıssası gibi hadisler hakkında sordum. Ebu Abdillah bu hadislerin sahih olduğunu söyledi ve şöyle dedi: Alimler bunları kabulle karşılamışlardır. Biz de bu haberlere geldikleri gibi teslim oluruz. (Mervezi) dedi ki: Ben ona şöyle dedim: Adamın birisi bu haberlerin bazılarının geldikleri şekline itiraz etti! Bunun üzerine şöyle dedi: Boşver! Ve dedi ki: Bu konuda itirazı ne ola ki? Haberlere geldiği şekliyle teslim olacak!” (es-Sunne, 1/246)
Bu da aynı şekilde sika imamlardan nakledilen ve inkarına mecal olmayan bir rivayettir. Dikkatle bakıldığında Cehmiye’nin itiraz ettiği şeyin, bu hadislerin naklinden ziyade manası olduğu görülmektedir. Yani onlar hadislerin zahirleri üzere kabul edilmesine karşı çıkmışlardır. Mesela Mutezilenin hepsi rüyet hadislerinin aslını inkar etmez, lakin onlar Allahın ahirette görülmesinden kasdın baş gözüyle görmek değil, Rabb teala’nın rahmetini müşahede etmek vesair manalarda olduğunu söylerler. Ehli sünnet ise Allahu teala’nın baş gözüyle görüleceğini ifade ederek hadislerin zahirini kabul eder. Eşari ve Maturidiler de bu hususta –tafsilatta bazı ayrılıklar olsa da- Ehli sünnete muvafıktırlar. İşte İmam Ahmed, bu hadislerin geldikleri gibi kabul edilmesini söyleyerek zahiri manaları üzere alınması gerektiğini ifade etmiştir. Bundan kasıd, hadislerin sadece lafzen rivayet edilip manalarının Allaha havale edilmesi olsaydı bidat ehlinin bu hususta çok kayda değer bir itirazı olmayacaktı. Zaten o, Usul’us Sunne adlı risalesinde sıfatların zahiri manaları üzere kabul edilmeleri gerektiğini ifade ederek şöyle demiştir:
ولكن نؤمن به كما جاء على ظاهره، ولا نناظر فيه أحداً
“Lakin bunlara geldikleri gibi zahirleri üzere iman ederiz ve bu hususta hiç kimseyle tartışmayız.” (Lalekai, es-Sunne, 1/178)
İbn Batta’nın naklettiği başka bir rivayette ise şöyle gelmiştir:
وَأَخْبَرَنِي أَبُو صَالِحٍ، قَالَ: حَدَّثَنِي أَبُو الْحَسَنِ عَلِيُّ بْنُ عِيسَى بْنِ الْوَلِيدِ قَالَ: ثنا أَبُو عَلِيٍّ حَنْبَلُ بْنُ إِسْحَاقَ قَالَ: قُلْتُ لِأَبِي عَبْدِ اللَّهِ: يَنْزِلُ اللَّهُ تَعَالَى إِلَى سَمَاءِ الدُّنْيَا؟ قَالَ: «نَعَمْ» قُلْتُ: نُزُولُهُ بِعِلْمِهِ أَمْ بِمَاذَا؟ قَالَ: فَقَالَ لِي: «اسْكُتْ عَنْ هَذَا» وَغَضِبَ غَضَبًا شَدِيدًا، وَقَالَ: «مَا لَكَ وَلِهَذَا؟ أَمْضِ الْحَدِيثَ كَمَا رُوِيَ بِلَا كَيْفٍ»
“(İsnadı zikrettikten sonra) Hanbel bin İshak dedi ki: Ben Ebu Abdillah’a Allah dünya semasına iner mi diye sordum. Evet, dedi. Dedim ki: İnmesi ilmi ile midir ne iledir? Şiddetli şekilde öfkelenerek bana, bu konuda sus, dedi ve dedi ki: Bundan sana ne, hadisi rivayet edildiği gibi keyfiyet vermeden oku geç!” (el-İbane, 7/242)
Görüldüğü üzere Hanbel, sıfatın teviline dalmak isteyince İmam Ahmed, hadisi olduğu gibi kabul etmesini ona emretmiş ve bunu sıfatın keyfiyetine dalmak olarak vasfetmiştir.
İşte bütün bunlardan dolayı “Geldikleri gibi kabul etmek” ifadesinden kasdın zahirleri üzere kabul etmek olduğu açıktır.
İmam Tirmizi’nin Sünen’inde (no: 3045) “Rahman’ın sağ eli doludur” hadisini rivayet ettikten sonra söylediği şu sözler de bu kabildendir:
وَهَذَا حَدِيثٌ قَدْ رَوَتْهُ الأَئِمَّةُ، نُؤْمِنُ بِهِ كَمَا جَاءَ مِنْ غَيْرِ أَنْ يُفَسَّرَ أَوْ يُتَوَهَّمَ، هَكَذَا قَالَ غَيْرُ وَاحِدٍ مِنَ الأَئِمَّةِ: الثَّوْرِيُّ، وَمَالِكُ بْنُ أَنَسٍ، وَابْنُ عُيَيْنَةَ، وَابْنُ الْمُبَارَكِ أَنَّهُ تُرْوَى هَذِهِ الأَشْيَاءُ وَيُؤْمَنُ بِهَا وَلاَ يُقَالُ كَيْفَ.
“Bu hadisi imamlar rivayet etmiştir. Buna, tefsir etmeden ya da vehme düşmeden geldiği gibi iman ederiz. Sevri, Malik bin Enes, İbnu Uyeyne, İbn’ul Mubarek gibi birçok imam da böyle demiş ve bu tip şeylerin rivayet edileceğini, bunlara iman edileceğini ve ‘nasıl’ denilmeyeceğini ifade etmişlerdir.”
Allahu Teala’nın ayağını cehennemin üzerine koymasıyla alakalı hadisi naklettikten sonra da (no: 2557) benzeri açıklamaları yaparak şöyle demektedir:
وَهَذَا الَّذِي اخْتَارَهُ أَهْلُ الحَدِيثِ أَنْ يَرْوُوا هَذِهِ الأَشْيَاءُ كَمَا جَاءَتْ وَيُؤْمَنُ بِهَا وَلاَ تُفَسَّرُ وَلاَ تُتَوَهَّمُ وَلاَ يُقَالُ: كَيْفَ
“İşte bu, hadis ehlinin tercih ettiği yoldur ki o da bu tip şeyleri geldiği gibi rivayet etmek ve bunlara iman edilmesi, bunların tefsir edilmemesi ve vehme kapılarak nasıl, denilmemesidir.”
Tirmizi’nin sıfatları tefsir etmeyi nehyettikten sonra aynı siyakta keyfiyeti, nasıllığı araştırmayı nehyetmesi burada nehyedilen tefsirin, keyfiyet araştırması manasındaki bir tefsir olduğunu göstermektedir. Yoksa sıfatları zahiri manalarına göre kabul etmek ve o şekilde tefsir ederek mana vermek nehyedilmemiştir. ‘Geldiği gibi kabul etmek’ ifadesi buna delalet eder. Geldiği gibi yani lafız nasıl geldiyse, ifadeden ne anlaşılıyorsa o şekilde kabul etmek demektir. Tirmizi, Rahman’ın sağ eliyle alakalı rivayet ettiği başka bir hadisin akabinde ise (no: 662) şöyle demektedir:
وَقَدْ قَالَ غَيْرُ وَاحِدٍ مِنْ أَهْلِ العِلْمِ فِي هَذَا الحَدِيثِ وَمَا يُشْبِهُ هَذَا مِنَ الرِّوَايَاتِ مِنَ الصِّفَاتِ: وَنُزُولِ الرَّبِّ تَبَارَكَ وَتَعَالَى كُلَّ لَيْلَةٍ إِلَى السَّمَاءِ الدُّنْيَا، قَالُوا: قَدْ تَثْبُتُ الرِّوَايَاتُ فِي هَذَا وَيُؤْمَنُ بِهَا وَلاَ يُتَوَهَّمُ وَلاَ يُقَالُ: كَيْفَ؟ هَكَذَا رُوِيَ عَنْ مَالِكٍ، وَسُفْيَانَ بْنِ عُيَيْنَةَ، وَعَبْدِ اللهِ بْنِ الْمُبَارَكِ أَنَّهُمْ قَالُوا فِي هَذِهِ الأَحَادِيثِ: أَمِرُّوهَا بِلاَ كَيْفٍ، وَهَكَذَا قَوْلُ أَهْلِ العِلْمِ مِنْ أَهْلِ السُّنَّةِ وَالجَمَاعَةِ، وَأَمَّا الجَهْمِيَّةُ فَأَنْكَرَتْ هَذِهِ الرِّوَايَاتِ وَقَالُوا: هَذَا تَشْبِيهٌ وَقَدْ ذَكَرَ اللَّهُ عَزَّ وَجَلَّ فِي غَيْرِ مَوْضِعٍ مِنْ كِتَابهِ اليَدَ وَالسَّمْعَ وَالبَصَرَ، فَتَأَوَّلَتِ الجَهْمِيَّةُ هَذِهِ الآيَاتِ فَفَسَّرُوهَا عَلَى غَيْرِ مَا فَسَّرَ أَهْلُ العِلْمِ، وَقَالُوا: إِنَّ اللَّهَ لَمْ يَخْلُقْ آدَمَ بِيَدِهِ، وَقَالُوا: إِنَّ مَعْنَى اليَدِ هَاهُنَا القُوَّةُ وقَالَ إِسْحَاقُ بْنُ إِبْرَاهِيمَ: إِنَّمَا يَكُونُ التَّشْبِيهُ إِذَا قَالَ: يَدٌ كَيَدٍ، أَوْ مِثْلُ يَدٍ، أَوْ سَمْعٌ كَسَمْعٍ، أَوْ مِثْلُ سَمْعٍ، فَإِذَا قَالَ: سَمْعٌ كَسَمْعٍ، أَوْ مِثْلُ سَمْعٍ، فَهَذَا التَّشْبِيهُ وَأَمَّا إِذَا قَالَ كَمَا قَالَ اللَّهُ تَعَالَى يَدٌ، وَسَمْعٌ، وَبَصَرٌ، وَلاَ يَقُولُ كَيْفَ، وَلاَ يَقُولُ مِثْلُ سَمْعٍ، وَلاَ كَسَمْعٍ، فَهَذَا لاَ يَكُونُ تَشْبِيهًا، وَهُوَ كَمَا قَالَ اللَّهُ تَعَالَى فِي كِتَابهِ: {لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ}.
“İlim ehlinden birçoğu, bu hadis ve benzeri sıfatlar hakkındaki rivâyetlerle alakalı ve de Allah’ın her gece dünya semasına inişi hakkında şöyle demektedirler: “Bu tür rivâyetler sabittir, bunlara iman edilmeli, vehme düşülmemeli, nasıl denmemelidir.” Aynı şekilde Mâlik, Sûfyân b. Uyeyne, Abdullah b. Mübarek’ten bu türden hadisler hakkında şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: ‘Bunları nasıl demeden geldikleri gibi kabul edip geçin’. Ehli Sünnet vel cemaat ilim adamlarının görüşü böyledir. Cehmiyye ise bu tür rivâyetleri reddederek bu bir teşbih yani benzetme olur demektedir. Allah, Kitabı’nın pek çok yerinde el, işitme ve görme tabirlerini zikrediyor. Cehmiyye ise bu ayetleri tevil etti ve ilim ehlinin tefsir ettiği şekle aykırı olarak tefsir ederek dediler ki: “Allah, Adem’i eliyle yaratmamıştır. Burada “el” kelimesi güç ve kuvvet anlamındadır.” İshâk b. İbrahim şöyle diyor: ‘Eğer şöyle söylenirse Teşbih (benzetme) olur: (Mahlukattaki) El gibi el, ele benzeyen el; işitme gibi işitme, işitmeye benzeyen işitme.’ Amma, Allahu Teala’nın buyurduğu gibi el, işitme ve görme denir de nasıl demezse, (keyfiyetini araştırmaz ise) ve işitme gibi ve işitmeye benzer denilmezse bu teşbih olmaz ve Allah’ın kitabındaki şu ayetteki gibi olur: “Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, bilendir.” (Şûrâ 11)
Ebubekr ibn’ul Arabi’nin Tirmizi’nin bu sözlerine yaptığı açıklamalar yukarda geçmişti. Onun da işaret ettiği gibi Tirmizi’nin burada sıfatlara mana verilmesini değil, keyfiyet verilmesini reddettiği ve de Cehmiye gibi sıfat inkarcısı zümrelerin yaptığı zahire muhalif fasit tevilleri reddettiği ortadadır. Nitekim Tirmizi, onlar hakkında şöyle demektedir: ‘Cehmiyye ise bu ayetleri tevil etti ve ilim ehlinin tefsir ettiği şekle aykırı olarak tefsir ederek dediler ki: “Allah, Adem’i eliyle yaratmamıştır. Burada “el” kelimesi güç ve kuvvet anlamındadır.’ Dikkat edilirse Cehmiye’nin sıfatları tefsir etmesini değil, ilim ehlinin tefsir etmediği şekilde tefsir edip yorumlamasını eleştirmektedir. Buradan ilim ehlinin sıfatları tefsir ettiği de açıkça anlaşılmaktadır. Selefin yaptığı tefsir ile Cehmiye’nin yaptığı tefsir arasındaki fark; selefin tefsiri Arap dil kaidelerine göre ve diğer nasslar ışığında yapması; Cehmiye’nin ise bunların hiç birine riayet etmeden veyahut da dildeki şazz bir takım manaları esas alarak tefsir etmesidir.
İbn Kudame (rh.a)’ın isnadıyla naklettiğine göre Ebu Hanife’nin öğrencisi Muhammed bin Hasen eş-Şeybani (v. 189) şöyle demiştir:
أخبرنَا الشَّيْخ أَبُو بكر عبد الله بن مُحَمَّد بن أَحْمد النقور أَنبأَنَا أَبُو بكر أَحْمد بن عَليّ بن الْحسن الطريثيثي إِذْنا قَالَ أخبرنَا أَبُو الْقَاسِم هبة الله بن الْحسن الطَّبَرِيّ قَالَ أَنبأَنَا أَحْمد بن مُحَمَّد بن حَفْص أَنبأَنَا أَحْمد بن مُحَمَّد بن الْمسلمَة حَدثنَا سهل بن عُثْمَان بن سهل قَالَ سَمِعت إِبْرَاهِيم بن الْمُهْتَدي يَقُول سَمِعت دَاوُد بن طَلْحَة يَقُول سَمِعت عبد الله بن أبي حنيفَة الدوسي يَقُول سَمِعت مُحَمَّد بن الْحسن يَقُول اتّفق الْفُقَهَاء كلهم من الشرق إِلَى الغرب على الْإِيمَان بِالْقُرْآنِ وَالْأَحَادِيث الَّتِي جَاءَ بهَا الثِّقَات عَن رَسُول الله صلى الله عَلَيْهِ وَسلم فِي صفة الرب عز وَجل من غير تَفْسِير وَلَا وصف وَلَا تَشْبِيه فَمن فسر شَيْئا من ذَلِك فقد خرج مِمَّا كَانَ عَلَيْهِ النَّبِي صلى الله عَلَيْهِ وَسلم وَفَارق الْجَمَاعَة فَإِنَّهُم لم يصفوا وَلم يفسروا وَلَكِن آمنُوا بِمَا فِي الْكتاب وَالسّنة ثمَّ سكتوا فَمن قَالَ بقول جهم فقد فَارق الْجَمَاعَة لِأَنَّهُ وَصفه بِصفة لَا شَيْء
“(İsnadı zikrettikten sonra) Doğudan batıya kadar bütün fakihler Kur’an’a ve güvenilir kimselerin Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den naklettiği Rabb Azze ve Celle’nin sıfatları hakkındaki hadislere tefsir etmeksizin, vasfetmeksizin, teşbih yani benzetme yapmaksızın iman etmek hususunda ittifak etmişlerdir. Her kim bunlardan herhangi bir şeyi tefsir eder, yorumlarsa Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’in üzerinde bulunduğu yoldan dışarı çıkıp cemaatten ayrılmış olur. Zira onlar (yani selef cemaati) bu sıfatları vasfetmemiş ve tefsir de etmemişlerdir. Lakin Kitap ve Sünnette geçen hususlara iman edip susmuşlardı. Şu halde her kim Cehm’in görüşünü savunursa o kimse cemaatten ayrılmıştır. Zira o kimse Allah’ı hiçbir şey olmamakla vasfetmiştir.” (Zemm’ut Tevil, sf 14)
İmam Muhammed (ra)’ın tefsir etmeksizin ve vasfetmeksizin sözlerinden kasdın tevilcileri ve teşbih ehlini reddetmek olduğu açıktır. Nitekim kavlin sonunda Cehmiye’yi tenkid etmesi bunu göstermektedir. Malum olduğu üzere Cehmiye sıfatları tevil etme işini ihdas eden zümredir. Şeybani (rh.a) ise onların yaptığı batıl tefsirleri reddetme gayesiyle bu sözü zikretmiştir. Şeybani burada vasfetmeksizin demektedir ki bundan kasdın keyfiyet vermeksizin olduğu açıktır. Yoksa bunları sıfat olarak kabul etmeksizin manasında olmadığı aşikardır. Böyle kabul edildiğinde sözün başında bunlara sıfat ismini vermesiyle çelişir. İşte tefsir etmeksizin ifadesi de böyledir yani keyfiyet verme ve tevil etme manasındadır ki bu ikisi aslında aynı kapıya çıkmaktadır. Bununla alakalı açıklama aşağıda gelecektir inşallah.
Darakutni, bu hususta selef imamlarının görüşünü şu şekilde nakletmektedir:
حَدَّثَنَا مُحَمَّدُ بْنُ مَخْلَدٍ، ثنا الْعَبَّاسُ بْنُ مُحَمَّدٍ الدُّورِيُّ، قَالَ: سَمِعْتُ يَحْيَى بْنَ مَعِينٍ، يَقُولُ: شَهِدْتُ زَكَرِيَّا بْنَ عَدِيٍّ يَسْأَلُ وَكِيعًا فَقَالَ: يَا أَبَا سُفْيَانَ إِنَّ هَذِهِ الْأَحَادِيثُ يَعْنِي مِثْلَ الْكُرْسِيِّ مَوْضِعِ الْقَدَمَيْنِ وَنَحْوَ هَذَا، فَقَالَ وَكِيعٌ: «أَدْرَكْنَا إِسْمَاعِيلَ بْنَ أَبِي خَالِدٍ، وَسُفْيَانَ، وَمَسْعُودًا يُحَدِّثُونَ بَهَذِهِ الْأَحَادِيثِ وَلَا يُفَسِّرُونَ شَيْئًا»
“Bize Muhammed bin Mahled tahdis etti ve dedi ki: Bize Abbas bin Muhammed ed-Duri tahdis etti ve dedi ki: Ben Yahya bin Main’i şöyle derken işittim: Zekeriya bin Adiyy’i Veki’ye sorarken işittim, şöyle demişti: Ey Ebu Süfyan! Bu hadisler yani Kürsi’nin iki ayağın konulduğu yer olması ve benzerleri gibi… Veki, bunun üzerine şöyle dedi: Biz İsmail bin Ebi Halid, Süfyan ve Mesud’a ulaştık. Onlar bu haberleri naklediyorlar ve hiç birini tefsir etmiyorlardı.” (es-Sifat, no: 58)
Selefin bu tarz sözlerden muradı da aynı şekilde Cehmiye ve emsalinin yaptığı batıl tevillerdir. Bunu gösteren bir karine İmam Ahmed’le alakalı nakledilen şu haberdir.
وَحَدَّثَنَا أَبُو حَفْصٍ عُمَرُ بْنُ مُحَمَّدِ بْنِ رَجَاءٍ، ثنا أَحْمَدُ بْنُ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ شِهَابٍ، ثنا الْأَثْرَمُ قَالَ: قُلْتُ لِأَبِي عَبْدِ اللَّهِ: حَرْبٌ مُحَدِّثٌ، وأنا عِنْدَهُ بِحَدِيثٍ: «يَضَعُ الرَّحْمَنُ فِيهَا قَدَمَهُ»، وَعِنْدَهُ غُلَامٌ، فَأَقْبَلَ عَلَى الْغُلَامِ فَقَالَ: إِنَّ لِهَذَا تَفْسِيرًا؟ فَقَالَ أَبُو عَبْدِ اللَّهِ: انْظُرْ كَمَا تَقُولُ الْجَهْمِيَّةُ سَوَاءً
“(İsnadı zikrettikten sonra) Esrem dedi ki: Ben Ebu Abdillah’a (İmam Ahmed’e) dedim ki: Harb, hadisçidir. Onun yanında biz “Rahman oraya (cehenneme) ayağını koyar” hadisini naklettik. Onun yanında bir genç vardı. O gence doğru yönelerek dedi ki: Bu hadisin tefsiri, açıklaması var (veya var mı). Bunun üzerine Ebu Abdillah şöyle dedi: Şuna bak, aynı Cehmiye’nin dediği gibi diyor!” (İbn Batta, el İbane, 7/330)
Görüldüğü üzere sözkonusu muhaddisin “bu hadisin tefsiri var” sözünü İmam Ahmed, Cehmiye’nin fasit tevilleriyle bir tutmuştur. Bu, selef nezdinde nehyedilen tefsirin, Cehmiye’nin yaptığı zahire muhalif tefsirler olduğunu göstermektedir. Müteahhir ulemanın yazdığı hadis şerhlerinden bu ayak hadisi ve benzerlerinin açıklamasına bakan birisi bu Cehmi tefsirlere rahatlıkla ulaşabilir! Keza sıfat ayetlerine halef ulemasının yaptığı tefsirleri okuyan birisi de bunları görebilir…
Yine Buhari’nin hocası el-Humeydi’nin (v. 219) “Usul’us Sunne” adlı eserindeki şu sözleri de bunun gibidir:
وما نطق به القرآن والحديث مثل : } وقالت اليهود يد الله مغلولة غلت أيديهم { [ المائدة 64] ومثل } والسموات مطويات بيمينه { [الزمر :67] وما أشبه هذا من القرآن والحديث لا نزيد فيه ولا نفسره ، نقف على ما وقف عليه القرآن والسنة ونقول }الرحمن على العرش استوى { [طه :5] ومن زعم غير هذا فهو معطل جهمي .
Kur’an ve Hadisde bahsedilen şu ayetler gibi:
"Yahudiler, Allah'ın eli bağlıdır (sıkıdır), dediler." (el-Ma’ide 5/64)
Ve şu ayette de olduğu gibi:
"Yeryüzü Kıyamet Günü'nde bütünüyle O’nun avucundadır." (ez-Zümer 39/67)
Ve de Kur’an ve Sünnet’de bulunan buna benzer diğer nasslar. Biz, bunlara ne ekleme yaparız ne de tefsir ederiz, ancak Kur’an ve Sünnet’in durduğu yerde dururuz ve şöyle deriz:
"Rahman (olan Allah) arşa istiva etmiştir." (Ta-Ha 20/5)
“(Bu konuda) bundan başka bir şeyi ileri süren Mu’attıl Cehmi’dir
Görüldüğü üzere Humeydi (ra) bu bahsettiği şekilde yapmayanların yani nassın durduğu yerde durmayıp nassı tefsir etmeye kalkışanların sıfat inkarcısı Cehmi olduğunu söylemektedir. Böylece anlaşılıyor ki imamın tefsirden kasdı, Cehmiye’nin yaptığı tarzdan batıl tefsirlerdir yoksa Arap dilindeki zahiri manaya göre yapılan tefsir değildir. Çünkü Cehmiye, hadis ehlinin yaptığı gibi zahire göre bir tefsir yapmamış, bilakis zahiri manaya muhalif tefsir yapmıştı. O yüzden bu imamın ve diğer imamların sözlerinde sıfatları zahirlerine göre tefsir edenlerin kınanması sözkonusu değildir.
Yeri gelmişken belirtelim ki selef imamları bu tarz ifadeleri sıfat nassları haricindeki itikadi konularda da kullanmışlardır. Mesela İmam Ahmed’in Usul’us Sunne’deki şu sözleri gibi:
وَالنِّفَاقُ هُوَ الْكُفْرُ , أَنْ يَكْفُرَ بِاللَّهِ وَيَعْبُدَ غَيْرَهُ , وَيُظْهِرَ الْإِسْلَامَ فِي الْعَلَانِيَةِ مِثْلَ الْمُنَافِقِينَ الَّذِينَ كَانُوا عَلَى عَهْدِ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ. وَهَذِهِ الْأَحَادِيثُ الَّتِي جَاءَتْ: «ثَلَاثٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ فَهُوَ مُنَافِقٌ» هَذَا عَلَى التَّغْلِيظِ , نَرْوِيهَا كَمَا جَاءَتْ وَلَا نُفَسِّرُهَا. وَقَوْلُهُ: «لَا تَرْجِعُوا بَعْدِي كُفَّارًا ضُلَّالًا يَضْرِبُ بَعْضُكُمْ رِقَابَ بَعْضٍ» , وَمِثْلُ: «إِذَا الْتَقَى الْمُسْلِمَانِ بِسَيْفَيْهِمَا فَالْقَاتِلُ وَالْمَقْتُولُ فِي النَّارِ» , وَمِثْلُ: «سِبَابُ الْمُسْلِمِ فُسُوقٌ وَقِتَالُهُ كُفْرٌ» , وَمِثْلُ: " مَنْ قَالَ لِأَخِيهِ: يَا كَافِرُ فَقَدْ بَاءَ بِهَا أَحَدُهُمَا " , وَمِثْلُ: «كُفْرٌ بِاللَّهِ تَبَرُّؤٌ مِنْ نَسَبٍ , وَإِنْ دَقَّ» . وَنَحْوُهُ مِنَ الْأَحَادِيثِ مِمَّا قَدْ صَحَّ وَحُفِظَ فَإِنَّا نُسَلِّمُ لَهُ وَإِنْ لَمْ يُعْلَمْ تَفْسِيرُهَا , وَلَا يُتَكَلَّمُ فِيهِ وَلَا يُجَادَلُ فِيهِ
وَلَا تُفَسَّرُ هَذِهِ الْأَحَادِيثُ إِلَّا بٍمِثْلِ مَا جَاءَتْ , وَلَا نَرُدُّهَا إِلَّا بِأَحَقِّ مِنْهَا.
“Nifak'a gelince; Bir kimsenin Allah’ı İnkar etmesi ve (gizliden) Allah’tan başkalarına İbadet'te bulunması bununla beraber, tıpkı Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) zamanındaki Münafıklar gibi, zahirde İslam’ını Beyan etmesidir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in; “Şu üç şey kimde bulunursa o Münafık'tır” Hadis'ine gelince, tagliz yani bu vebalin ağırlığını anlatmak içindir. Bunları öylece rivayet ederiz, tefsir etmeyiz (yorum yapmayız). (Tıpkı) Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in; “Benden sonra birbirinizin boyunlarını vurarak tekrar Küfr'e dönmeyin” Hadis'i, “iki Müslüman kılıçlarıyla çarpışırsa öldüren de, öldürülen de ateştedir” Hadis'i ve “Müslüman'a sövmek Fısk, onu öldürmek Küfür'dür” Hadis'i, “Kim kardeşine ey Kafir derse bu Küfür ithamı ikisinden birini bulur” Hadis'i ve “Zayıf bir ihtimal ile dahi olsa Neseb'den uzak olduğunu belirtmek, Allah’ı İnkar'dır” Hadis'i ve buna benzer başka Hadisler Sahih'dir ve korunmuştur. Ona tefsirini, yorumunu bilmesek de teslim oluruz. Bunlar hakkında konuşup mücadeleye girmeyiz. Bu hadisleri ancak böyle rivayet edilen hadislerle açıklarız. Bunları en uygun olan anlamına hamlederiz.”
Açıkça görüldüğü üzere İmam Ahmed, bir yandan bazı günahlara küfür ismini veren bu hadislerin tagliz ve sakındırma babından olduğunu, gerçek nifakın ancak küfre itikad etmek suretiyle meydana geleceğini, böyle olmayan birisinin yalan söyleyip hainlik etse bile hakiki münafık olmayacağını beyan ederken, bir yandan da bu tarz hadislerin tefsir edilmeyeceğini ifade etmektedir. Halbuki kendisi de aynı hadisleri tefsir etmektedir. Burada nehyettiği tefsir ise Haricilerin yaptığı gibi günahların imandan çıkarmayacağını beyan eden diğer naslara müracaat etmeksizin bu hadislerden yola çıkarak günahkarları tekfir etmek veyahut da Mürcie’nin yaptığı gibi bu hadislere zahirine muhalif birbirinden fasit açıklamalar getirerek bu günahlara küfür veya nifak ismi verilemeyeceğini iddia etmektir. Zira Ehli sünnet hadislerde küfür, şirk ya da nifak ismi verilen günahlara bu isimleri verir ve böylece hadislerin zahiriyle amel etmiş olur. Bununla beraber buradan kasdın küçük küfür veya ameli nifak olduğunu söylerler. İyi düşünüldüğünde sıfatlar konusunun da bu şekilde olduğu anlaşılır. Ehli sünnet aslında sıfatları zahirlerine göre ve diğer nasslar ışığında tefsir etmektedir ancak bidat fırkalarının bu usule riayet etmeden yaptıkları tefsirleri ise reddetmektedir. Kısacası selef imamlarının söyledikleri “Nasları tefsir etmeksizin geldiği gibi kabul etmek” kaidesi hem sıfatlarda hem de dinin bütün meselelerinde uygulanan bir kaidedir. Zaten Ehli sünnetle diğer dalalet fırkaları arasındaki en büyük fark budur. Yani Ehli sünnet her konuda Kuran ve sünnetin zahir manasını esas kabul ederken, bidat fırkaları Kuranın ve sünnetin zahirini hüccet olarak kabul etmemiş ve kendi usullerine muhalif ayetlere ve de hadislere birbirinden fasit batini teviller getirmişlerdir. İşte selef imamlarının bütün dini mevzularda kınadıkları tefsir, bu tefsirdir yoksa tefsirin bizatihi kendisi değildir.
Lugat alimi Ezheri (v. 370)’in naklettiğine göre Ebu Ubeyd Kasım bin Sellam (v. 224) şöyle demektedir:
وَأَخْبرنِي مُحَمَّد بن إِسْحَاق السعديّ عَن الْعَبَّاس الدُّورِيّ أَنه سَأَلَ أَبَا عبيدٍ عَن تَفْسِيره وَتَفْسِير غَيره من حَدِيث النُّزُول والرؤية فَقَالَ: هَذِه أحاديثُ رَوَاهَا لنا الثِّقاتُ عَن الثّقات حَتَّى رفعوها إِلَى النَّبِي عَلَيْهِ السَّلَام؛ وَمَا رَأينَا أحدا يفسِّرها، فَنحْن نؤمن بهَا على مَا جَاءَت وَلَا نفسِّرها.
“Bana Muhammed bin İshak es-Sa’di’nin, Abbas ed-Duri’den haber verdiğine göre o, Ebu Ubeyd’e nüzul ve rüyet hadisleri hakkında kendisinin ve de başkalarının yaptığı tefsirleri ve açıklamaları sormuş, bunun üzerine Ebu Ubeyd şöyle demiştir: Bu hadisleri güvenilir kimseler, yine güvenilir kimselerden rivayet etmişler nihayet Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’e kadar ref etmişler, çıkarmışlardır. Biz hiç kimsenin bunları tefsir ettiğini görmedik. Biz onlara bize geldiği şekilde iman ederiz ve onları tefsir etmeyiz.”
Ezheri, bunu rivayet ettikten sonra İmam’ın kavlini şöyle yorumlamaktadır:
أَرَادَ أَنَّهَا تُترك على ظَاهرهَا كَمَا جَاءَت.
“Sıfatların geldikleri gibi zahirleri üzere bırakılacaklarını kasdetmiştir.” (Tehzib’ul Luga, 9/56)
Böylece sıfatları tefsir etmemekten kasdın onları zahirlerine muhalif bir şekilde tevil etmeye ve açıklamaya kalkışmamak olduğu anlaşılmaktadır. Böylece zahiri üzere mana vermenin bu nehyedilen tefsir kapsamına girmeyeceği anlaşılmaktadır.
Darakutni ise Ebu Ubeyd’in kavlini şu şekilde nakletmektedir:
حدَّثنا مُحَمَّدُ بْنُ مَخْلَدٍ، ثنا الْعَبَّاسُ بْنُ مُحَمَّدٍ الدُّورِيُّ قَالَ: سَمِعْتُ أَبَا عُبَيْدٍ الْقَاسِمَ بْنَ سَلَّامٍ، وَذَكَرَ الْبَابَ الَّذِي يروى في الرُّؤْيَةَ وَالْكُرْسِيَّ وَمَوْضِعَ الْقَدَمَيْنِ، وَضَحِكِ رَبِّنَا مِنْ قُنُوطِ عِبَادِهِ، وَقُرْبِ غِيَرِهِ، وَأَيْنَ كَانَ رَبُّنَا قَبْلَ أَنْ يَخْلُقَ السَّمَاءَ وَأَنَّ جَهَنَّمَ لَا تَمْتَلِئُ حَتَّى يَضَعَ رَبُّكَ عَزَّ وَجَلَّ قَدَمَهُ فِيهَا فَتَقُولُ: قَطْ قَطْ، وَأَشْبَاهَ هَذِهِ الْأَحَادِيثِ. فَقَالَ: هَذِهِ الْأَحَادِيثُ صِحَاحٌ حَمَلَهَا أَصْحَابُ الْحَدِيثِ والفقهاء بعضهم على بَعْضٍ، وهِيَ عِنْدَنَا حَقٌّ لَا نَشُكُّ فِيهَا، وَلَكِنْ إِذَا قِيلَ: كَيْفَ وَضَعَ قَدَمَهُ؟ وَكَيْفَ ضَحِكَ؟ قُلْنَا: لَا يُفَسَّر هَذَا وَلَا سَمِعْنَا أَحَدًا يُفَسِّرُهُ
“Bize Muhammed bin Mahled tahdis etti ve dedi ki: Bize Abbas bin Muhammed ed Duri dedi ki: Ben Ebu Ubeyd Kasım bin Sellam’ı rüyet, Kürsi’nin iki ayağın konulduğu yer olması, Rabbimizin kullarının ümitsizliğine gülmesi, başkalarına yakınlaşması, göğü yaratmadan önce Rabbimizin nerede olduğu, cehennemin dolması ta ki Rabbin Azze ve Celle onun üzerine ayağını koyup cehennemin yeter, yeter demesi ve benzeri hadisleri zikrederken işittim. O, şöyle dedi: Bu hadisler sahihtir. Bunları hadis ashabı ve fakihler birbirlerinden nakledegelmişlerdir. Bunlar bizim nezdimizde haktır, o hususta şüphemiz yoktur. Lakin ayağını nasıl koydu, nasıl güldü denildiği zaman şöyle deriz: Bu, tefsir edilemez ve bunu hiç kimsenin tefsir ettiğini duymadık.” (es-Sifat, no: 57)
Bu rivayet açık bir şekilde Ebu Ubeyd’in inkar ettiği tefsirin ayağını nasıl koydu, nasıl güldü tarzında keyfiyete yönelik tefsir ve açıklamalar olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü o, tefsirin inkarını bu konuyla alakalı zikretmektedir. Ezheri’nin dediği gibi bununla tevili de reddetmiş olabilir. Zira esasında tevil de keyfiyet vermenin bir türüdür. Çünkü tevilciler –kabul etseler de etmeseler de işin hakikatinde Allah dünya semasına nasıl iner, sorusunu sormuşlar ve buna cevap olarak rahmetiyle ineceğini söylemişlerdir. Keza nasıl istiva eder sorusuna cevap olacak şekilde kudretiyle, hükümranlığıyla demişlerdir. Bu bakımdan tekyif tevilin bir türüdür, tevil de tekyifin bir türüdür. Hepsinin de ortak noktası nassın zahirine muhalif olmasıdır. Çünkü nassın zahiri ne tatile ne de teşbihe delalet eder. Nassın zahirine muhalif tefsirlerin reddedilmesi şeran uygun olmayan bütün tefsirlerin reddedilmesi demektir ve sıfatlarla alakalı bütün batıl düşüncelerin reddini içerir.
Muhy’is Sunne yani sünneti dirilten lakaplı İmam Begavi (v. 516) bütün bu nakillerin izahı sadedinde şöyle demektedir:
وَفِي حَدِيثِ أَنَسٍ، وَغَيْرِهِ: «اللَّهُ أَفْرَحُ بِتَوْبَةِ عَبْدٍ مِنْ أَحَدِكُمْ يَسْقُطُ عَلَى بَعِيرِهِ وَقَدْ أَضَلَّهُ فِي أَرْضِ فَلاةٍ».
فَهَذِهِ وَنَظَائِرُهَا صِفَاتٌ لِلَّهِ عَزَّ وَجَلَّ، وَرَدَ بِهَا السَّمْعُ، يَجِبُ الإِيمَانُ بِهَا، وَإِمْرَارُهَا عَلَى ظَاهِرِهَا مُعْرِضًا فِيهَا عَنِ التَّأْوِيلِ، مُجْتَنِبًا عَنِ التَّشْبِيهِ، مُعْتَقِدًا أَنَّ الْبَارِي سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى لَا يُشْبِهُ شَيْءٌ مِنْ صِفَاتِهِ صِفَاتِ الْخَلْقِ، كَمَا لَا تُشْبِهُ ذَاتُهُ ذَوَاتِ الْخَلْقِ، قَالَ اللَّهُ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى: {لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ} [الشورى: 11].
وَعَلَى هَذَا مَضَى سَلَفُ الأُمَّةِ وَعُلَمَاءُ السُّنَّةِ، تَلَقَّوْهَا جَمِيعًا بِالإِيمَانِ وَالْقَبُولِ، وَتَجَنَّبُوا فِيهَا عَنِ التَّمْثِيلِ وَالتَّأْوِيلِ، وَوَكَلُوا الْعِلْمَ فِيهَا إِلَى اللَّهِ عَزَّ وَجَلَّ، كَمَا أَخْبَرَ اللَّهُ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَنِ الرَّاسِخِينَ فِي الْعِلْمِ، فَقَالَ عَزَّ وَجَلَّ: {وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا} [آل عمرَان: 7].
قَالَ سُفْيَانُ بْنُ عُيَيْنَةَ: كُلُّ مَا وَصَفَ اللَّهُ تَعَالَى بِهِ نَفْسَهُ فِي كِتَابِهِ، فَتَفْسِيرُهُ قِرَاءَتُهُ، وَالسُّكُوتَ عَلَيْهِ، لَيْسَ لأَحَدٍ أَنْ يُفَسِّرَهُ إِلا اللَّهُ عَزَّ وَجَلَّ وَرُسُلُهُ.
وَسَأَلَ رَجُلٌ مَالِكَ بْنَ أَنَسٍ عَنْ قَوْلِهِ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى: {الرَّحْمَنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى} [طه: 5] كَيْفَ اسْتَوَى؟ فَقَالَ: الاسْتِوَاءُ غَيْرُ مَجْهُولٍ، وَالْكَيْفُ غَيْرُ مَعْقُولٍ، وَالإِيمَانُ بِهِ وَاجِبٌ، وَالسُّؤَالُ عَنْهُ بِدْعَةٌ، وَمَا أَرَاكَ إِلا ضَالًّا، وَأَمَرَ بِهِ أَنْ يُخْرَجَ مِنَ الْمَجْلِسِ.
وقَالَ الْوَلِيدُ بْنُ مُسْلِمٍ: سَأَلْتُ الأَوْزَاعِيَّ، وَسُفْيَانَ بْنَ عُيَيْنَةَ، وَمَالِكَ بْنَ أَنَسٍ عَنْ هَذِهِ الأَحَادِيثِ فِي الصِّفَاتِ وَالرُّؤْيَةِ، فَقَالَ: أَمِرُّوهَا كَمَا جَاءَتْ بِلا كَيْفٍ.
وَقَالَ الزُّهْرِيُّ: عَلَى اللَّهِ الْبَيَانُ، وَعَلَى الرَّسُولِ الْبَلاغُ، وَعَلَيْنَا التَّسْلِيمُ.
وَقَالَ بَعْضُ السَّلَفِ: قَدَمُ الإِسْلامِ لَا تَثْبُتُ إِلا عَلَى قَنْطَرَةِ التَّسْلِيمِ.
قَالَ أَبُو الْعَالِيَةِ: {ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاءِ} [الْبَقَرَة: 29] ارْتَفَعَ فَسَوَّى خَلْقَهُنَّ.
وَقَالَ مُجَاهِدٌ: {اسْتَوَى} [الْبَقَرَة: 29]: عَلا عَلَى الْعَرْشِ.
“Enes hadisi ve başkalarında şöyle gelmiştir: Allah, içinizden bir kulun tevbesine, çölde devesini kaybedip de tekrar bulan kişinin sevincinden daha çok sevinir. İşte bu ve benzerleri Allah Azze ve Celle’nin sıfatlarıdır. Bu hususta sem’i yani nakle dayalı şeri deliller gelmiştir. Bunlara iman etmek ve de tevilden yüz çevirmek, teşbihten de kaçınmak suretiyle bunları zahirleri üzere kabul etmek gerekir. Her şeyi yoktan var eden Allah Subhanehu ve Teala’nın zatının mahlukatın zatlarına benzemediği gibi, sıfatlarından hiçbir şeyin de mahlukatın sıfatlarına benzemediğine inanmak gerekir. Allah Subhanehu şöyle buyurmaktadır:
‘Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir ve bilendir.’ (Şura: 11)
İşte bu ümmetin selefi ve sünnet alimleri bu akide üzere yaşamışlardır. Onlar, bu sıfatların hepsini kabul ve iman ile karşılamışlardır. Bu hususta tevil ve temsilden, benzetmeden kaçınmışlardır. Bunların ilmini Allah Azze ve Celle’ye havale etmişlerdir. Tıpkı, Allah Subhanehu ve Teala’nın ilimde derinleşenler hakkında buyurduğu gibi:
‘İlimde derinleşenler ise biz ona iman ettik, hepsi Rabbimizin katındandır, derler.’ (Ali İmran: 7)
Süfyan bin Uyeyne (ra) şöyle demiştir: ‘Allah’ın kendisini kitabında vasfettiği her şeyin tefsiri onları okumak ve onlar hakkında sükut etmek, susmaktır. Allah Azze ve Celle ve de Rasullerinden başka hiç kimseye bunun tefsirini yapmak düşmez.’
Bir adam Malik’e Allah Subhanehu ve Teala’nın ‘Rahman Arşa istiva etti (tahta çıktı)’ (Taha: 5) ayeti hakkında ‘nasıl istiva etti’ diye sorunca o, şöyle dedi: ‘İstiva bilinen bir şeydir, bunun nasıl olduğu ise akledilemez. Ona iman etmek vaciptir, bu hususta soru sormak ise bidattir. Ben seni ancak sapmış birisi olarak görüyorum!’ Sonra adamın meclisten çıkarılmasını emretti.
Velid bin Müslim de dedi ki: Ben, Evzai, Süfyan bin Uyeyne ve Malik bin Enes’e bu rüyet (Allah’ın görülmesi) ve sıfatlar hakkındaki hadisleri sorduğum zaman şöyle dediler: ‘Onları nasıl demeden, geldikleri gibi kabul edip geç!’
Zühri ise şöyle dedi: Beyan etmek Allah’a, tebliğ edip duyurmak Rasul’e, teslim olmak ise bize aittir.
Ebu’l Aliye ‘Sonra göğe istiva etti (yükseldi)’ (Bakara: 29) kavli hakkında şöyle dedi: Yükseldi ve onların yaratılışını düzenledi.
Mücahid ise ‘İstiva etti’ kavlini ‘Arşın (tahtın) üzerine yükseldi’ olarak açıklamıştır.” (Begavi, Şerh’us Sunne, 1/170-171)
Açıkça görüldüğü üzere Begavi (rh.a) selefin sıfatlar konusundaki mezhebinin, onları zahiri manaları üzere kabul etmek olduğunu söylemiş ve sonra Süfyan’ın, Malik’in ve diğerlerinin sözlerini bu hususu desteklemek amacıyla nakletmiştir. Yani Begavi’nin sözleri de aynı şekilde Süfyan (ra)’ın sıfatların tefsiri, onların okunuşudur sözünün, sıfatları dildeki zahiri manalarına göre tefsir etmek manasında olduğunu göstermektedir. Nitekim selefin bu yöndeki kavillerini zikrettikten sonra Mücahid ve Ebul Aliye’nin istivayı yükselmek olarak tefsir eden kavillerini nakletmektedir. Bu, açıkça Begavi’nin muradının sıfat naslarının Arap dilindeki zahiri manalarına göre tefsir edilmesi ve bu zahire muhalif istila vb tefsirlere gidilmemesi olduğunu göstermektedir. Eğer Begavi’nin amacı sıfat naslarının lügatteki zahiri manalarına göre dahi olsa tefsirini tümden nehyetmek olsaydı, sözün sonunda istivanın tefsirine dair selefin kavillerini zikretmesinin bir anlamı olmazdı. Hal böyleyken birileri sadece Begavi’nin ‘Bunların ilmini Allah Azze ve Celle’ye havale etmişlerdir.’ Sözünü alıp, sözün öncesini ve sonrasını görmezden gelerek Begavi’ye tefviz akidesini nisbet etmeye cüret edebilmişlerdir. Halbuki Begavi’nin bundan kasdı keyfiyeti Allaha havale etmektir. Mufavvida’nın dediği gibi manayı da Allaha havale etseydi, sıfatların zahiri manalarına göre alınması gerektiğini söylemez ve selefin yaptığı bu tarz tefsirleri nakletmezdi. Zira Mufavvida sıfatların manasını Allaha havale etmeden önce kesinlikle zahiri manalarını reddetmektedir. Bu surette hem Süfyan bin Uyeyne ve emsalinin sıfatları tefsirden nehyetmesinin zahirine muhalif tefsirleri reddetmek amaçlı olduğu bir kez ortaya çıkmış ve Begavi’nin tefviz ehli olduğunu iddia edenlerin de yalancılığı ve tahrifçiliği aşikar olmuştur. Velhamdulillah.