Tevhide Davet

ALLÂME ÂLÛSÎ KABİRPERESTLERİN CEHALETİNİ MAZUR GÖRÜP ONLARI TEKFİR ETMEDİ Mİ?

Başlatan Tevhîd Müdafaası, 20.12.2022, 03:32

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Tevhîd Müdafaası


Allâme Âlûsî Kabirperestlerin Cehaletini Mazur Görüp Onları Tekfir Etmedi Mi?

Alıntı YapBismillәh (Uca Allahın adıyla)

Bu gün verәcәyim sual Osmanlı alimi әl-Alusinin fәtvası ilә bağlıdır. Onu da öncәdәn qeyd edim ki, mәnim soruşacağım mövzuyla bağlı hәrhansı bir şübhәm yoxdur әlhәmdulillәh. Sadәcә әl-Alusinin fәtvasının elmi açıqlamasını sizdәn tәlәb edirәm.

әl-Alusinin fәtvasını Azәrbaycandan kәnarda iqamәt edәn bir cәhәnnәm dәvәtçisi insanlar arasında yayaraq böyük şirkdә cәhalәtin üzr olduğunu[!] göstәrmәk istәyib.


والذي تحصّل مما سقناه من النصوص: أن الغلاةَ ودعاةَ غير الله وعَبَدَةَ القبور إذا كانوا جهلة بحكم ما هم عليه ولم يكن أحد من أهل العلم قد نبههم على خطئهم فليس لأحد أن يكفرهم.

وأما من قامت عليه الحجة وأصرّ على ما عنده واستكبر استكباراً، أو تمكّن من العلم فلم يتعلّم فسنذكر حكمه في الآتي.

[ كتاب غاية الأماني في الرد على النبهاني (٥٣/١) ] .

Sizin bu fәtvaya verәcәk elmi cavabınız nәdir?

Öncәdәn dә qeyd etdim ki, mәnim bu mövzuyla bağlı hәrhansı bir şübhәm yoxdur. Yәni Allaha böyük şirklә ortaq qoşan şәxs müşrikdir. Şirk edәn CAHİL olsa belә...

Bismillâh'ir Rahmân'ir Rahîm.

Rasûllerin gelmediği her fetret döneminde dalâlette olanı hidayete davet eden, onların ezalarını sabırla karşılayan, ölüleri Allâh'ın kitabıyla dirilten ve körlerin görmelerini Allâh'ın nuruyla sağlayan bir kısım ilim ehlini bırakan Allâh'a hamd olsun. O ki, insanların Allâh'a karşı bir hüccetleri olmaması için peygamberleri müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak gönderdi. Salat u selam, tevhidi yaymak ve zıttı olan şirkten sakındırmak için sözle, kalemle ve kılıçla cihat eden Âdemoğullarının efendisi olan peygamberimiz Muhammed'e, al u ashabına olsun.

Bundan sonra:

Sorunuza konu olan âlim, Bağdat ulemasından Allâme Mahmûd Şükrî bin Abdillâh bin Şihâb'id Dîn Mahmûd el‐Âlûsî el-Huseynî'dir. 1273H senesinde dünyaya geldi. Kendisi meşhur müfessir Şihâb'ud Dîn Mahmûd el‐Âlûsî'nin torunudur. Nesebi baba tarafından Hüseyin Radiyallâhu Anh'a, anne tarafından Hasan Radiyallâhu Anh'a ulaşmaktadır. Şafii mezhebine müntesipti.

Yaşadığı bölgedeki dinî ve ahlakî çöküntü ve bozukluklar tesirinde kalmıştı. Öyle ki şirk yaygınlaşmış, ilimden eser kalmamış kimileri deccal kimileri sâlih olan kimselerin türbeleri yapılmış, insanlar onlardan medet umar ve yardım diler hâle gelmişti. Kendisi kör taklit ve taassup içerisindeydi. Otuzlu yaşlarında İbnu Teymiyye ve İbn'ul Kayyim Rahimehumallâh'ın kitaplarını okuduktan sonra selefin yolunu seçti. 1342 H senesinde vefat etti.1

Tevhidin aslı ve onu nakzeden şirk hususunda cehaleti mazeret görenlerin, ulemadan getirdikleri bu müşkül söz, merhum Allâme Mahmûd Şükri Âlûsîzâde'ye aittir. Mezkûr nakilde, Seyyid Mahmûd Şükri Âlûsîzâde şöyle demektedir:


والذي تحصّل مما سقناه من النصوص: أن الغلاةَ ودعاةَ غير الله وعَبَدَةَ القبور إذا كانوا جهلة بحكم ما هم عليه ولم يكن أحد من أهل العلم قد نبههم على خطئهم فليس لأحد أن يكفرهم.
وأما من قامت عليه الحجة وأصرّ على ما عنده واستكبر استكباراً، أو تمكّن من العلم فلم يتعلّم فسنذكر حكمه في الآتي
"Ve naslardan naklettiklerimizden şu hâsıl oldu: Şayet aşırı gidenler, Allâh'tan başkasına dua edenler ve kabirperestler, üzerlerinde bulundukları hâlin hükmü hususunda cahilseler ve ilim ehlinden hiç kimse onları hataları hususunda uyarmadıysa, hiç kimse onları tekfir edemez. Kendisine hüccetin ikame edildiği ve nezdinde bulunan şeyde ısrar edip büyüklenerek kibirlenen veya ilme ulaşma imkânı olup öğrenmeyenlere gelince onların hükmünü aşağıda zikredeceğiz."2

Arapça nakilde kaynak olarak verilen ve âlimin kavlinin geçtiği kitap, Gâyet'ul Emânî fi'r Raddi ala'n Nebhânî isimli eserdir. İki ciltten oluşmakta olup yaklaşık 1150 sayfadır. Tevhid düşmanlarından biri olan Yûsuf en-Nebhânî3, Vehhâbî olarak isimlendirdiği Necd Ulemasına reddiye sadedinde Şevâhid'ul Hak fi'l İstigâseti bi Seyyid'il Halk (Mahlukatın Efendisinden İstigase Etme Hakkında Hakkın Şahitleri) isimli bir eser kaleme aldı. Seyyid Mahmûd Şükri Rahimehullâh ise bu eserinde, onun batıl iddialarını reddedip iddialarının çürüklüğünü gözler önüne serdi. Kitabın konusunu teşkil eden meseleler; Allâh'tan başkasıyla tevessül yapıp istigasede bulunmak, kabirlere sefer düzenleyip kabirde yatanlardan yardım istemek, onlara dua yöneltmek ve Şeyh'ul İslam İbnu Teymiyye Rahimehullâh'a atılan iftiralara karşı müdafaadır.

Allâh'a ortak koşan cahil müşrikleri, Müslümanlar taifesine dahil edip cennet ehlinden saymak için gün geçmiyor ki cehennem davetçisi saptırıcı belamlar yeni bir şüphe ortaya atmasın. Yüzyıllardır bu müşrikleri müdafaa etmek için, onlar adına tartışmak üzere birçok batıl istidlallerde bulunup bu dinlerinin, Rasûlullâh Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in kendisine karşı tüm insanlığı uyarmak üzere gönderildiği İslam dini olduğunu ileri sürmektedirler.

Sahabe arasında vuku bulan Zâtu Envât hadisesi, Rasûlullâh Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in bahsettiği Kül hadisini, Mu'âz Radiyallâhu Anh'ın secdesi, annemiz Â'işe Radiyallâhu Anhâ'nın Allâh'ın kudretine dair sorusu, şirkin izahına dair Ebû Mûsâ Radiyallâhu Anh hadisi, Îsâ Aleyh'is Selâm'ın Havarilerinin hadisesi, İbrâhîm Aleyh'is Selâm'ın ifadeleri; İbnu Hazm, İbnu Teymiyye, Muhammed bin Abd'il Vehhâb ve Necd Ulemasından yapılan bazı nakillerde, Sıddîk Hasan Hân'ın Şevkânî'den yaptığı alıntıda ve Kâsımî'nin Ebû Bekr İbn'ul Arabî'den yaptığı nakilde olduğu gibi müteşabih sözlerini kendilerine siper alıp kendilerince görüşlerini delillendirirler. Bu ve daha nice şüphe zannettikleri delilleri, nakilleri ileri sürerler.

Bu şüphelere hitap eden ve reddeden kitaplar da telif edilmiştir. Lakin, hak ve batıl arasında süregelen bu çekişme sona ermemiştir; bu tip nakiller günümüzde hâlâ şüphe olarak dillendirilmektedir. Bunu yaparken de bu âlimleri ve sözlerini en iyi anlayanların kendileri olduğunu iddia etmektedirler. Bazısı âlimlerin sözlerini birbirleriyle çarpıştırarak bu meselelerin ümmet arasında ihtilaflı olduğunu ve bu sebeple Allâh'a ortak koşan cahil müşriklerin tekfir edilemeyeceğini, onların tekfirinde duraksayanların da kâfir addedilemeyeceğini ileri sürerler.

Üstelik bu zikrettiğimiz sözde delillerin bir kısmı Zâtu Envât hadisesi gibi küçük şirkle alakalı olup büyük şirk değildir. Yine bir kısmı küfür olmayıp Mu'âz Radiyallâhu Anh'ın secdesi gibi haram olan mevzulardadır. Bir kısmı da Rasûlullâh Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in zikrettiği Kül hadisi gibi hafi (kapalı) meselelerle alakalıdır. Bütün bu zikredilen sözde deliller, dinin aslına dair meselelerde büyük şirkin mazeret kabul edileceği hususunda ileri sürülmüş olsalar da görüleceği üzere bunlar konuyla direk alakalı olmayan mevzulardır.

Oysa âlimlerin müşkül sözlerini; aynı âlimin açık sözlerine, talebelerinin yaptığı açıklamalarına başvurarak anlamaya çalışmak gerekir. Bu ve benzeri şüphelerin bu şekilde izale edileceği ve bize getirilmeyeceğini düşünüyoruz. Bugüne kadar bizlere çok sayıda şüphe getirildi. Birini izah ettikten sonra diğeri getirildi. Bu böyle devam ede gelmekte, şimdi de Âlûsî'nin müşkül bir sözü bize getirildi. Avama düşen cehennem davetçisi saptırıcı belamlar tarafından ortaya atılan şüphelerin peşine düşmemek ve böylelikle şüpheyi ve şüpheciyi gündemden düşürmektir. Zira Rabbani ulemaya yönelik en büyük iftiralardan biri, Allâh'a ortak koşanları ve kabirperestleri mazur gördüklerini ve onlara İslam hükmünü verdiklerini iddia etmektir. Akıl ve insaf sahibi bir insan böyle bir yalana inanmaz. Çünkü onların eserleri, insanlarla muameleleri ve hayatları tam aksini göstermektedir.

Günümüzde ne yazık ki tevhidi sulandırmaya çalışıp ulema arasında Usûl'ud Din ile ilgili ihtilaf olduğunu ve bu Usûl'ud Din meseleleri hususunda cehaletin bir mazeret olduğunu iddia etmeye çalışan bir kitle bulunmaktadır. Bu tezi savunmak için de âlimlerin müşkül sözlerini, kapalı olan veya alakasız bir konuyla ilgili olarak zikrettikleri sözleri delil olarak ileri sürmektedirler. Amaçları, İslam diniyle zerre kadar alakası olmayan insanları tekfir etmemek ve onların Müslüman olduğunu iddia etmektir. Allâh'a ortak koşanları tekfir edememe psikolojisi, onları hakkı anlamaktan uzaklaştırdı. Kendi fehimsizlikleri ve körlükleri, onları ulemanın müteşabih sözlerinden alıntılamaya, bunlara tabi olmaya ve apaçık nassı terk etmeye mecbur etti. Yanlış anladıkları bu nakilleri açık nassa tahsis edip kendi görüşlerine âlimlerden destek bulduklarını iddia ettiler. Böylece nefislerini bir nebze rahatlattılar...

Apaçık ve değiştirilemez olan, muhaliflerin iftiralarını çürüten muhkemi terk edip Allâh'ın hikmetiyle kullarını imtihan etmek için var kıldığı ucu açık müteşabih sözlere bağlı kalma hastalığı, Rabbimizin Kelâmı olan Kur'ân-ı Kerim'de de belirtildiği üzere kalplerinde eğrilik olanların sıfatıdır. Nitekim Yüce Allâh şöyle buyurmaktadır:

"O, sana Kitab'ı indirendir. Onun (Kuran'ın) bazı ayetleri muhkemdir, onlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalplerinde bir eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun olmadık yorumlarını yapmak için müteşabih ayetlerinin ardına düşerler. Oysa onun gerçek manasını ancak Allâh bilir. İlimde derinleşmiş olanlar: Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır derler. (Bu inceliği) ancak akıl sahipleri düşünüp anlar." (Âl-i İmrân 3/7)

Şeyh İshâk bin Abd'ir Rahmân Âl'uş Şeyh Rahimehullâh'ın da belirttiği gibi:


وَمِمَّا هُوَ مَعْلُومٌ بِالِاضْطِرَارِ مِنْ دِينِ الْإِسْلَامِ أَنَّ الْمَرْجِعَ فِي مَسَائِلَ أُصُولِ الدِّينِ إِلَى الْكِتَابِ وَالسُّنَّةِ وَإِجْمَاعِ الْأُمَّةِ الْمُعْتَبَرِ وَهُوَ مَا كَانَ عَلَيْهِ الصَّحَابَةُ وَلَيْسَ الْمَرْجِعُ إِلَى عَالِمٍ بِعَيْنِهِ فِي ذٰلِكَ فَمَنْ تَقَرَّرَ عِنْدَهُ هٰذَا الْأَصْلُ تَقْرِيرًا لَا يَدْفَعُهُ شُبْهَةٌ وَأَخَذَ بِشَرَاشَيِرِ قَلْبِهِ هَانَ عَلَيْهِ مَا قَدْ يَرَاهُ مِنَ الْكَلَامِ الْمُشْتَبِهِ فِي بَعْضِ مُصَنَّفَاتِ أَئِمَّتِهِ إِذْ لَا مَعْصُومَ إِلاَّ النَّبِيُّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ.
"İslam dininde zorunlu olarak bilinmesi gereken meselelerden birisi de şudur; Usûl'ud Dîn meselelerinde başvurulacak merci Kitab, Sünnet ve ümmetin muteber icmasıdır ki bundan kasıt da sahabenin üzerinde bulundukları yoldur. Bu konularda merci, belirli bir âlimin şahsı değildir. Kimin yanında bu esas, şüphe götürmeyecek ve kalbine oturacak bir şekilde sabitleşirse, imamların bazı kitaplarında karşılaşmış olduğu müteşabih (ihtimalli) sözlerin anlaşılması ona kolay olacaktır. Zira Nebî Sallallâhu Aleyhi ve Sellem dışında masum olan hiç kimse yoktur."4

Bugün bile Usûl'ud Dîn meseleleri ne yazık ki şu âlimin kavli, diğer bir âlimin açıklaması üzerinden tartışma yürütülmektedir. Esas olan asıllara dönüp yapışmak, ihtilafı Kitab, Sünnet ve ümmetin muteber icması ile çözmektir.

Circîsi itikadına ve menhecine sahip olan bu iddia sahipleri, selefleri olan Dâvûd bin Circîs5 gibi Selefi olduklarını ve Şeyh'ul İslam İbnu Teymiyye ile talebesi Allâme İbn'ul Kayyim Rahimehumâllâh'ın menhecine tabi olduklarını ve onlarla aynı fikirde olduklarını ileri sürdüler.

Günümüz Circîsileri ise daha da ileri giderek, İbnu Circîs ve benzerlerini deşifre etmek için gece gündüz çaba sarf edip reddiyeler kaleme alan Necd ulemasının davetinin bayraktarları olduklarını iddia etmektedirler. Şeyh'ul İslam Muhammed bin Abd'il Vehhâb Rahimehullâh'ın ve diğer tevhide davet eden ulemanın davetini, eserlerini ve mektuplarını görmezden geldiler, kabirperestleri açıkça tekfir ettikleri nakilleri bilmezden geldiler...

Bugünün Circîsileri, daha cahil ve daha zındıktır, art niyetli olup şüphe tohumları ekmeye çalışırlar. Onların durumu, Şeyh Muhammed bin Abd'il Vehhâb Rahimehullâh'dan nakledilen şu meşhur hikâyeyi ne kadar da andırmaktadır:


أَنَّهُ ذَاتَ يَوْمٍ يُقَرِّرُ عَلَى أَصْلِ الدِّينِ وَيُبَيِّنُ مَا فِيهِ وَرَجُلٌ مِنْ جُلَسَائِهِ لَا يَسْأَلُ وَلَا يَتَعَجَّبُ وَلَا يَبْحَثُ حَتَّى جَاءَ بَعْضُ الْكَلِمَاتِ الَّتِي فِيهَا مَا فِيهَا فَقَالَ الرَّجُلُ مَا هٰذِهِ كَيْفَ ذٰلِكَ؟ فَقَالَ الشَّيْخُ: قَاتَلَكَ اللهُ ذَهَبَ حَدِيثُنَا مُنْذُ الْيَوْمِ لَمْ تَفْهَمْ وَلَمْ تَسْأَلْ عنْهُ فَلَمَّا جَاءَتْ هٰذِهِ السَّقْطَةُ عَرَفْتَهَا، أَنْتَ مِثْلُ الذُّبَابِ لَا يَقَعُ إِلاَّ عَلَى الْقَذْرِ أَوْ كَمَا قَالَ.
"Şeyh bir gün, dinin aslını açıklayıp onunla alakalı meseleleri izah ederken, orada oturanlardan birisi bu mevzularla alakalı hiçbir şey sormadığı, acayip karşılamadığı ve merak da etmediği hâlde ta ki Şeyh bu (Kevvaz Kubbesi ile alakalı) sözü gibi (kapalılık içeren) bir söz sarfettiğinde o adam bunun üzerine dedi ki: "Bu (da) nedir? Nasıl olur?" Şeyh bunun üzerine şöyle dedi: "Allâh seni kahretsin! Biz sabahtan beri konuştuğumuz hâlde sen ne bir şey anladın ne de sordun fakat ne zaman ki böyle yanlış bir kelam sarfedildi (de hemen) fark ettin! Sen tıpkı pislikten başka bir şeye konmayan sinek gibisin!" veya buna benzer bir şeyler söyledi."6

Âlûsî'nin şirk ehlini mazur gördüğü iddiasına gelince: Âlûsî, şirk işleyen kimseleri açıkça tekfir etmiştir ve cehaletlerinden dolayı şirk işleyeni mazur görmemiştir. Şimdi sizlere, Âlûsî'nin konuya dair muhkem ifadelerini nakledeceğiz. Nebhânî'ye reddiye sadedinde kaleme aldığı el-Âyet'ul Kubrâ isimli eserinde şöyle demektedir:


كذب أيضاً في هذا القول فإنَّ أهل الحق الذين ناصبهم النبهاني وعاداهم لم يكفّروا المسلمين، ولم يضللوا الموحدين ولا رموهم بالشرك، بل إنَّهم كفّروا غلاة القبوريين ومن اتخذ مع الله إلها آخر.
"Nebhânî yine bu sözünde de yalan söylemektedir. Zira Nebhânî'nin düşmanca tavır sergilediği ve karşı çıktığı hak ehli, Müslümanları tekfir etmedi ve Muvahhidleri dalaletle suçlayıp şirkle itham etmedi. Onlar, aşırıya kaçan Kubûrîleri (kabirperestleri) ve Allâh ile beraber ilah edinenleri tekfir ettiler."7

من أثبت لمخلوق أيا كان صفات الربوبية والألوهية، كان مشركاً بالله بنص الكتاب الكريم، وقول الرسول الرؤوف الرحيم.
"Her kim bir mahlûka Rubûbiyyet ve Ulûhiyyet sıfatlarından herhangi bir tanesini ispat ederse bu kişi, Kerim olan Kitab'ın nassı ve Ra'ûf ve Rahîm olan Rasûl'ün sözüyle Allâh'a ortak koşan bir kimsedir."8

Sizin alıntı yaptığınız Gâyet'ul Emânî isimli eserinde ise nakil, devamıyla birlikte şu şekildedir:


والذي تحصّل مما سقناه من النصوص: أن الغلاةَ ودعاةَ غير الله وعَبَدَةَ القبور إذا كانوا جهلة بحكم ما هم عليه ولم يكن أحد من أهل العلم قد نبههم على خطئهم فليس لأحد أن يكفرهم.
وأما من قامت عليه الحجة وأصرّ على ما عنده واستكبر استكباراً، أو تمكّن من العلم فلم يتعلّم فسنذكر حكمه في الآتي.
والمقصود؛ أن من تمسّك من المسلمين بما كان عليه رسول الله صلى الله عليه وسلم من المعتقد والدّين الذي خالفوا به أهل البدع وباينوهم فلم يذهبوا إلى ما ذهبت إليه الجهمية المعطلة، ولا إلى ما ذهبت إليه القدرية النفاة، والقدرية المجبرة، ولا إلى ما ذهبت إليه الخوارج والمعتزلة، ولا إلى ما ذهبت إليه الرافضة والمرجئة، ولم يذهبوا إلى ما افتراه الغلاة في الأولياء والصالحين من عباد القبور ونحوهم؛ فإن هؤلاء لا يسمون عند أهل السنة والجماعة غالية، كما سموا به من غلا في عليّ وزعم أنه الإله الحق، فاستتابهم عليّ، فأبوا، فخذّ لهم الأخاديد، وأوقد فيها النيران وقذفهم فيها، وقال إني إذا رأيتُ أمراً منكراً ... أجّجْتُ ناري ودعوتُ قنبراً
وفي رواية: لما رأيت الأمر أمراً منكراً إلخ.
فهؤلاء هم المسلمون الذين لا يكفرون، وتسمية من عبد غير الله مسلماً فهو إلى أن يعالج عقله أحوج منه إلى أن يقام عليه الدليل
"Ve naslardan naklettiklerimizden şu hâsıl oldu: Şayet aşırı gidenler, Allâh'tan başkasına dua edenler ve kabirperestler, üzerlerinde bulundukları hâlin hükmü hususunda cahilseler ve ilim ehlinden hiç kimse onları hataları hususunda uyarmadıysa, hiç kimse onları tekfir edemez.

Kendisine hüccetin ikame edildiği ve nezdinde bulunan şeyde ısrar edip büyüklenerek kibirlenen veya ilme ulaşma imkânı olup öğrenmeyenlere gelince onların hükmünü aşağıda zikredeceğiz.


Maksat şudur: Müslümanlardan herkim, kendisiyle bidat ehline muhalefet edip onlardan uzak durdukları -Rasûlullâh Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in üzerinde bulunduğu- itikat ve dine tutunursa ve Muattıla Cehmiyye'nin üzerinde bulunduğu görüşe tabi olmadıysa, sıfatları nefyeden Kaderiyye'nin ve Ceberi olan Kaderiyye'nin üzerinde bulunduğu görüşe tabi olmadıysa, Haricî ve Mu'tezile'nin üzerinde bulunduğu görüşe tabi olmadıysa, Râfizî ve Mürcie'nin üzerinde bulunduğu görüşe tabi olmadıysa ve de aşırıya giden kabirperest ve benzerlerin evliya ve salihlere attığı iftiralara tabi olmadıysa; işte böyle olan kişiler Ehli Sünnet ve'l Cemaat nezdinde Alî Radiyallâhu Anh hakkında aşırıya kaçıp onun hak ilah olduğunu iddia edenlerin isimlendirildiği gibi gulât (aşırı) olarak isimlendirilmezler. Alî Radiyallâhu Anh onları tövbeye davet etti, onlarsa yüz çevirdiler. Bunun üzerine Alî Radiyallâhu Anh onlar için hendekler kazdı, içerisini tutuşturup onları içerisine attı. Alî Radiyallâhu Anh şöyle dedi: "Gördüğümde münker bir işi, ateşimi alevlendirip çağırdım Kanber'i."

Bir rivayetteyse şöyle dedi: "Gördüğümde bir işi münker olarak. İlh."

İşte, bunlar tekfir edilmeyen Müslümanlardır. Allâh'tan başkasına ibadet edene Müslüman ismini vermeye gelince, bunu yapan kişi, kendisine delil ikame edilmesinden çok aklının tedavi edilmesine muhtaçtır."9

Cahiller nezdinde bu nakiller arasında bir çelişki söz konusu olsa da aslında bir tezatlık yoktur. Âlûsî'nin el-Âyet'ul Kubrâ isimli eserinden yaptığımız ilk iki nakilde, sarih ifadeler kullanarak kabirperestleri tekfir ettiğini görmekteyiz. Sizin alıntıladığınız nakilde ise üzerlerinde bulundukları hâlin hükmü hususunda cahil olan ve ilim ehlinden hiç kimsenin onları hataları hususunda uyarmadığı kabirperestler zikredilmiştir. Hemen devamında kendilerine hüccetin ikame edildiği ve nezdinde bulunan şeyde ısrar edip büyüklenerek kibirlenen veya ilme ulaşma imkânı olup öğrenmeyenlerden bahsedilmektedir. Naklin devamında ise yine sarih ifadeyle kabirperestler tekfir edilmekte ve şöyle denilmektedir: "Allâh'tan başkasına ibadet edene Müslüman ismini vermeye gelince, bunu yapan kişi, kendisine delil ikame edilmesinden çok aklının tedavi edilmesine muhtaçtır."

Âlûsî'nin kendisine hüccet ulaşmayan kabirperestleri tekfir etmediğine dair nakil, kabirperestlerin cumhuruyla ilgili değildir. Onun, tekfir edilmeyeceğini söylediği kişiler, kendilerine hüccet ulaşmamış ve hüccete ulaşma imkânı olmayanlardır. Kendilerine hüccet ikamet edilmediği için, hüccet ikame edilene kadar onların hem dünyada hem de ahirette azaba müstahak olmadıklarını kastederek onları tekfir etmemiştir. Lâkin bu, onları Müslüman gördüğü anlamına gelmez. Âlûsî'nin bahsettiği kişilerin durumu, ahirette imtihan edilen fetret ehlinin durumu gibidir. Fetret ehli gibi Müslüman muamelesi görmezler ve dünya ile ahirette azaba çarptırılma anlamında kâfir muamelesi görmezler. Bu nakli şüphe olarak ileri süren cehennem davetçileri, ulemanın kitaplarında kullandıkları ıstılahlardan gafildir ve meselenin cahilidir.

İnsanlara müşkül gelen sair nakillerde olduğu gibi, öncelikle meselenin fehmedebilmesi için söz konusu naklin siyakı ve sibakına bakılması gerekir.

Kitabın baş kısmında Âlûsî, dikkat edilmesi gereken bazı meselelere değinirken dikkat çektiği üçüncü meseleyi şöyle anlatmaktadır:


أن من مكايد الغلاة؛ التشنيع على أهل الحق ودعاة التوحيد من المؤمنين أنهم يكفّرون المسلمين، ومقصودهم من ذلك تنفير القلوب عنهم، ولذلك يلقبونهم بألقاب مشعرة بالذم، كالمجسّمة والحشوية، وفي هذه الأزمنة يلقبونهم بالوهَابية، وبالمنكرين ونحو ذلك، وقد برأهم الله تعالى من كل ما لا يرضيه سبحانه، ومعلوم أن المسلمين من يعتقد عقيدة الإسلام، وقد فُسِّرت في حديث جبريل المشهور، فمن كان معتقداً تلك العقيدة كان مسلماً، ولا يخرج عن الإسلام إلا إذا أخل بتلك العقيدة، كأن يعتقد أن مع الله إلهاً آخر يعبده بأي عبادة كانت، فإنها أنواع مختلفة، فحينئذ يخرج عن الإسلام، ولا يقال لمن عبد غيره تعالى مسلماً، ولا لمن كفّره أنه كفر مسلماً، ومنه يُعلم أمر الغلاة، وأما أهل البدع فلم يكفَرهم أهل الحق
"Aşırıya kaçanların tuzaklarından biri, müminlerden olan hak ehline ve tevhid davetçilerine, onların Müslümanları tekfir ettiklerine dair iftira atmalarıdır. Bundan maksatları, insanların kalplerinin onlara karşı nefret duymasını sağlamaktır. Bu sebeple, onlara -Mücessime ve Haşeviyye lakapları gibi- kınanma hissettirilen lakaplar takmaktadırlar. Günümüzde ise onlara Vehhâbiyye, Münkirîn ve benzeri lakaplar takmaktadırlar. Yüce Allâh onları, eksikliklerden münezzeh olan Kendisini memnun etmeyen her şeyden beri kılmıştır. Müslümanların, İslam akidesini akide edinenler oldukları bilinmektedir ki İslam akidesi, meşhur Cibrîl hadisinde açıklanmıştır. Her kim bu akideyi akide olarak edinirse o kişi Müslümandır ve -ibadetin muhtelif envaı olduğu için; herhangi bir ibadet çeşidiyle ibadet ettiği Allâh ile beraber başka bir ilah olduğuna inanarak bu akideyi ihlal etmesi gibi-  bu akideyi ihlal etmedikçe İslam'dan çıkmaz. Bu durum söz konusu olduğunda kişi İslam'dan çıkar. Yüce Allâh'tan başkasına ibadet edenlere Müslüman denilmez ve bu kişiyi tekfir edene bir Müslümanı tekfir etti denilmez. Bununla aşırı kaçanların durumu bilinir. Bidat ehline gelince, hak ehli onları tekfir etmedi."10

Bu sözünden sonra, Şeyh'ul İslam İbnu Teymiyye Rahimehullâh'ın, Ehli Sünnet ile aralarında bulunan ihtilaf sebebiyle Ehli Sünnet'i tekfir eden bidat ehli hakkındaki bir fetvasına ve yine ayrılık, ihtilaf ve taassuptan nehyettiği bir fetvasına yer vermektedir. Alıntıladığı yerde Şeyh'ul İslam şöyle demektedir:


فليس كل من أخطأ يكون كافراً ولا فاسقاً ولا عاصياً، بل قد عفا الله لهذه الأمة عن الخطأ والنسيان ... لاسيما وقد يكون من يوافقكم في أخص من الإسلام، مثل أن يكون مثلكم على مذهب الشافعي، أو منتسباً إلى الشيخ عدي، ثم بعد هذا قد يخالف في شيء وربما كان الصواب معه، فكيف يستحل عرضه أو دمه أو ماله مع ما قد ذكر الله من حقوق المسلم والمؤمن ... وجماع ذلك: الأمر بالمعروف والنهي عن المنكر ... فمن الأمر بالمعروف؛ الأمر بالائتلاف والاجتماع، والنهي عن الاختلاف والفرقة، ومن النهي عن المنكر؛ إقامة الحدود على من خرج عن شريعة الله تعالى، فمن اعتقد في بشر أنه إله أو دعا ميتاً، أو طلب منه الرزق والنصر والهداية، وتوكّل عليه، وسجد له؛ فإنه يستتاب فإن تاب وإلاّ ضُربت عنقه
"Her hata eden kişi kâfir, fasık ya da asi olacak değil ya! Aksine Allâh bu ümmet için hatayı ve unutmayı affetmiştir (...) Hususen de belki size muvafakat eden kişiler, İslam'dan daha özel bir hususta size muvafakat eder. Mesela sizin gibi Şâfi'î mezhebine bağlı veya Şeyh Adî'ye müntesip olabilirler. Ama bundan sonra, bir meselede size muhalefet edebilir ve belki de o isabetlidir. Durum böyleyken, Allâh, Müslümanların ve müminlerin haklarını zikretmişken nasıl olur da bu kişinin ırzı, malı ve kanı helal sayılabilir? (...) Bütün bu hususları bir araya getiren iyiliği emredip kötülükten sakındırmaktır (...) Ülfet ve beraberliği emretmek ile ayrılık ve fırkalaşmaktan sakındırmak emri bil maruftandır. Yüce Allâh'ın şeriatının dışına çıkanlara hadleri tatbik etmek de nehyi anil münkerdendir. Bundan dolayı her kim bir beşer hakkında onun bir ilah olduğuna itikat ederse veya bir ölüye dua eder, ya da ondan rızık, yardım ve hidayet isterse, ona tevekkül eder ve ona secde ederse bu kişi tövbe etmeye davet edilir. Tövbe ederse ne ala, aksi takdirde boynu vurulur."11

Âlûsî Rahimehullâh, bu fetvayı aktardıktan sonra şöyle demektedir:


فعُلم منه حكم من ابتدع وحكم الغلاة، فإن من اعتقد في بشر أنه إله أو دعا ميتاً أو طلب منه الرزق وغير ذلك ليس حكمه حكم المبتدع كما قال، ولا يشترط في الخروج عن الدين- والعياذ بالله- أن يكفر المكلّف بجميع ما جاء به الرسول، بل يكفي في الكفر والردة أن يأتي بما يوجب ذلك ولو في بعض الأصول، وهذا ذكره الفقهاء من أهل كل مذهب، ومن أراد الوقوف على جزئيات وفروع في الكفر والردة فعليه بما صنف في ذلك (كالإعلام بقواطع الإسلام) وما عده الفقهاء من أهل كل مذهب في باب حكم المرتد، فمن نطق بالشهادتين ثم أتى بما يعارضهما فلا تنجيانه
"Bundan, bidat çıkaranların hükmü ve aşırıların hükmü bilinir. Zira her kim bir beşer hakkında onun bir ilah olduğuna itikat ederse veya bir ölüye dua eder, ya da ondan rızık ve başka şeyler isterse bu kimsenin hükmü, İbnu Teymiyye'nin de dediği gibi bidatçının hükmü değildir. Dinden çıkmak için, mükellefin Rasûl'ün getirdiği her şeyi inkâr etmesi gerekmiyor ki böyle olmasından da Allâh'a sığınırız. Ancak bazı asıllar hakkında bile olsa küfrü ve riddeti vacip kılan bir şeyi ifa etmesi küfür ve riddet hususunda yeterlidir. Bunu her mezhep ehlinden fakihler zikretmiştir. Her kim küfür ve riddet hususunda kısımlara ve bölümlere vakıf olmak isterse, bu hususta tasnif edilmiş el-İ'lâm bi Kavâti'il İslâm gibi kitaplara ve her mezhep ehlinden fakihlerin mürtedin hükmü bablarında saydıklarına baksın. Her kim iki şehadeti telaffuz eder sonra da onlarla çelişen bir şey yaparsa, iki şehadet o kişiyi kurtarmaz!"12

Şeyh'ul İslam İbnu Teymiyye Rahimehullâh'ın bir başka fetvasını şu şekilde alıntılamaktadır:


فإذا كان على عهد النبي صلى الله عليه وسلم وخلفائه ممن انتسب إلى الإسلام من مرق منه -مع عبادته العظيمة حتى أمر صلى الله عليه وسلم بقتالهم- فليعلم أن المنتسب إلى الإسلام والسنة في هذه الأزمان قد يمرق أيضاً من الإسلام وذلك بأسباب؛ منها بالغلوّ الذي ذمه الله في كتابه حيث قال: {يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لا تَغْلُوا فِي دِينِكُمْ وَلا تَقُولُوا عَلَى اللَّهِ إِلَّا الْحَقَّ}.
وعليّ بن أبي طالب حرّق الغالية من الرافضة فأمر بأخاديد خُدّت لهم عند باب كندة فقُذِفوا فيها، واتفق الصحابة على قتلهم، لكن ابن عباس كان مذهبه أن يقتلوا بالسيف بلا تحريق، وهو قول أكثر الصحابة، وقصتهم معروفة عند العلماء.
وكذلك الغلو في بعض المشايخ، بل الغلو في علي بن أبي طالب، بل الغلو في المسيح ونحوه، فكل من غلا في نبي أو رجل صالح وجعل فيه نوعاً من الإلهية، مثل أن يقول: يا سيدي فلان انصرني، أو أغثني، أو ارزقني، أو اجبرني، أو أنا في حسبك، ونحو هذه الأقوال؛ فكل هذا شرك وضلال، يستتاب صاحبه، فإن تاب وإلا قُتل. فإن الله إنما أرسل الرسل وأنزل الكتب ليُعْبَدَ وحده لا يُجعل معه إله آخر. والذين يدعون مع الله آلهة أخرى مثل المسيح والملائكة والأصنام لم يكونوا يعتقدون أنها تخلق الخلائق وتنزل المطر وتنبت النبات، إنما كانوا يعبدونهم أو يعبدون قبورهم أو صورهم، ويقولون: {مَا نَعْبُدُهُمْ إِلَّا لِيُقَرِّبُونَا إِلَى اللَّهِ زُلْفَى} ويقولون: {هَؤُلاءِ شُفَعَاؤُنَا عِنْدَ اللَّهِ} فبعث الله رسولَهُ ينهى أن يُدعى أحد من دونه، لا دعاء عبادة، ولا دعاء استغاثة، وقال تعالى: {قُلِ ادْعُوا الَّذِينَ زَعَمْتُمْ مِنْ دُونِهِ فَلا يَمْلِكُونَ كَشْفَ الضُّرِّ عَنْكُمْ وَلا تَحْوِيلاً *أُولَئِكَ الَّذِينَ يَدْعُونَ يَبْتَغُونَ إِلَى رَبِّهِمُ الْوَسِيلَةَ أَيُّهُمْ أَقْرَبُ} قال طائفة من السلف: كان أقوام يدعون المسيح وعزيراً والملائكة، فأنزل الله هذه الآية، ثم ذكر آيات في المعنى
"Eğer Nebî Sallallâhu Aleyhi ve Sellem ve onun halifelerinin zamanında İslam'a mensup olup çokça ibadet etmesine rağmen İslam dininden çıkanlar olduysa, öyle ki Nebî Sallallâhu Aleyhi ve Sellem onlarla savaşmayı emrettiyse, bilinsin ki, bu zamanlarda İslam'a ve Sünnet'e mensup olanlar, aynı şekilde İslam'dan çıkabilirler. Bu ise bazı sebeplere dayanır. Bunlardan biri, Allâh'ın Kitabı'nda şu buyruğu ile kınadığı aşırıya kaçmaktır:

"Ey Kitap ehli! Dininizde aşırıya kaçmayın. Allâh hakkında ancak gerçeği söyleyin." (en-Nisâ 4/171)

Alî bin Ebî Tâlib, Rafizilerden aşırıya kaçanları yaktı. Kinde kapısının yakınına onlar için kazılacak hendekler yapılmasını emretti. Aşırıya kaçanlar ise içerisine atıldı. Sahabe onların öldürülmesi hususunda ittifak etti. Ancak İbnu Abbâs'a göre, yakılmadan kılıçla öldürülmeliydiler ki bu sahabenin çoğunun görüşüdür. Onların kıssası, âlimler nezdinde maruftur.

Bazı şeyhler hakkında aşırı gitmek de böyledir. Hatta Alî bin Ebî Tâlib hakkında aşırı gitmek de böyledir ve yine Mesih ve benzerleri hakkında aşırı gitmek de böyledir. Her kim bir nebî veya salih bir adam hakkında aşırıya gidip ona bir çeşit ilahlık verirse, mesela, "Efendim falanca!" "Bana yardım et!" "Bana medet et!" "Bana rızık ver!" "Beni iyileştir!" "Ben senin zimmetindeyim!" ve buna benzer sözler söylerse, bu kişinin tövbe etmesi istenir, tövbe ederse ne âlâ, aksi takdirde öldürülür. Zira bunların hepsi şirk ve dalalettir. Çünkü Allâhu Teâlâ rasullerini ve kitaplarını ancak tek başına ibadet edilmesi ve O'nunla beraber bir ilah kılınmaması için gönderip indirdi.

Allâh ile birlikte Mesih, melekler ve heykeller gibi ilahlara dua edenler, bu ilahların mahlûkatı yarattıklarına, yağmuru indirdiklerine ve bitkileri yetiştirdiklerine itikat etmiyorlardı. Onlar ancak bu ilahlara, kabirlerine veyahut da heykellerine şöyle diyerek ibadet ediyorlardı:

"Biz onlara sadece, bizi Allâh'a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz." (ez-Zumer, 39/3)

Yine şöyle diyerek ibadet ediyorlardı:

"İşte bunlar Allâh katında bizim şefaatçilerimizdir." (Yûnus, 10/18)

Bundan dolayı Allâh, Rasûl'ü Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'i Allâh'tan başkasına hem ibadet duasıyla hem de istiane (yardım isteme) duasıyla dua etmeyi nehyetmesi için gönderdi. Allâhu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"De ki: Onu bırakıp da ilah diye ileri sürdüklerinizi çağırın. Onlar, başınızdaki sıkıntıyı ne kaldırabilirler ne de değiştirebilirler. Onların yalvardıkları bu varlıklar, hangimiz daha yakın olacağız diye Rablerine vesile ararlar." (el-İsrâ, 17/56-57)

Seleften bir taife şöyle dedi: "Mesih'e, Uzeyr'e ve meleklere dua eden kavimler vardı. Bunun üzerine Allâh bu ayeti indirdi."

Bundan sonra Şeyh'ul İslâm İbnu Teymiyye Rahimehullâh bu manada bazı ayetler zikretti."13

Daha sonra Âlûsî şöyle demektedir:


والمقصود منه: أنه جعل عُبّاد القبور من شر الخوارج المارقين، فهم شر أصناف الخوارج، وقد توقف بعض السلف في تكفير الخوارج، قيل لعلي: أكفّار هم؟ قال:"من الكفر فرّوا".
وعُبّاد القبور لم يتوقّف أحد من أهل العلم- الذين يرجع إليهم- في كفره.
غاية ما قالوا: لا يقتل حتى يستتاب، أو لا يكفر حتى تقوم عليه الحجة أو نحو هذا الكلام، والمسلمون لم يكفّرهم أحد من أهل العلم
"Bununla maksat şudur: İbnu Teymiyye Rahimehullâh, kabirperestleri dinden çıkan Haricîlerin en şerlilerinden kıldı. Onlar Haricî sınıflarının en kötüsüdür. Oysa selefin bazısı, Haricîlerin tekfiri hususunda duraksadı. Alî Radiyallâhu Anh'a şöyle denildi: Onlar kafir mi? Alî şöyle dedi: "Onlar küfürden kaçtı." Kabirperestler hakkında ise, kendilerine başvurulan ilim ehlinden hiç kimse onların küfrü hususunda duraksamadı. Söylediklerinin nihai noktası, tövbeye davet edilmeden öldürülmeyecekleri veya kendilerine hüccet ikame edilmeden tekfir edilmeyecek olmaları ya da buna benzer sözlerdir. Müslümanları ise ilim ehlinden hiç kimse tekfir etmedi."14

Âlûsî daha sonra İbnu Teymiyye Rahimehullâh'ın bir başka fetvasını nakletmektedir. Şeyh Rahimehullâh bu fetvasında, muhalifleri kendilerini tekfir etse de Ehli Sünnet'in muhaliflerini tekfir etmediklerini ve muayyen şahsın tekfiri ve öldürülmesinin caiz oluşunun, nebevî hüccetin ulaşmasına bağlı olduğunu söylemektedir. İbnu Teymiyye Rahimehullâh şöyle dedi:


نعلم بالضرورة أنه لم يشرع لأمته أن يدعوا أحداً من الأموات، لا الأنبياء، ولا الصالحين ولا غيرهم، لا بلفظ الاستغاثة ولا بغيرها، ولا بلفظ الاستعاذة ولا بغيرها، كما أنه لم يشرع لأمته السجود لأحد لا لحيّ ولا إلى ميت ونحو ذلك، بل نعلم أنه نهى عن كل هذه الأمور، وأن ذلك من الشرك الذي حرمه الله ورسوله.
لكن لغلبة الجهل وقلة العلم بآثار الرسالة في كثير من المتأخرين لم يمكن تكفيرهم بذلك حتى يتبين لهم ما جاء به الرسول مما يخالفه
"Rasûlullâh Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in ümmetine ölülerden -nebi olsun, salihlerden olsun başkası olsun- hiç kimseye dua etmeyi ne medet umma lafzı ile ne de başka bir lafız ile yine ne sığınma lafzı ile ne de başka bir lafız ile meşru kılmadığını zaruri olarak biliyoruz. Tıpkı ümmetine, yaşayanlara ve ölülere secde etmeyi ve benzeri şeyleri meşru kılmadığı gibi. Aksine biz, bunların hepsinden nehyettiğini de bunların Allâh ve Rasûlü Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in haram kıldığı şirk olduğunu da biliyoruz. Lâkin sonraki dönemdekilerin çoğunda cehaletin yaygın oluşu ve risaletin eseri hakkındaki ilmin az oluşu sebebiyle onları bununla tekfir etmemiz mümkün değildir, ta ki Rasûl Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in getirdiği ve kendilerinin muhalefet ettiği şey onlara açıklanana kadar."15

Daha sonra Âlûsî, meseleye açıklık katması için İbnu Teymiyye Rahimehullâh'ın Mardin fetvasından, heva ehlinin arkasında namaza durmak hakkındaki bir fetvayı alıntılamaktadır.


وحقيقة الأمر في ذلك: أن القول قد يكون كفراً؛ فيطلق القول بتكفير صاحبه، ويقال: من قال كذا فهو كافر، لكن الشخص المعين الذي قال لا يُحكم بكفره حتى تقوم عليه الحجة التي يكفر تاركها، وهذا كما في نصوص الوعيد، فإن الله تعالى يقول: {إِنَّ الَّذِينَ يَأْكُلُونَ أَمْوَالَ الْيَتَامَى ظُلْماً إِنَّمَا يَأْكُلُونَ فِي بُطُونِهِمْ نَاراً وَسَيَصْلَوْنَ سَعِيراً}. فهذا ونحوه من نصوص الوعيد حق، لكن الشخص المعين لا يُشهد عليه بالوعيد، فلا يُشهد على معيّن من أهل القبلة بالنار، لجواز أن لا يلحقه الوعيد لفوات شرط أو ثبوت مانع، فقد لا يكون التحريم بلغه، وقد يتوب من فعل المحرم، وقد تكون له حسنات عظيمة تمحوا عقوبة ذلك المحرم، وقد يُبتلى بمصائب تكفر عنه، وقد يُشفع فيه شفيع مطاع، وهكذا الأقوال التي يكفر قائلها قد يكون الرجل لم تبلغه النصوص الموجبة لمعرفه الحق، وقد يكون بلغته ولم تثبت عنده أو لم يتمكن من فهمها، وقد يكون عرضت له شبهات يعذره الله بها، فمن كان من المؤمنين مجتهداً في طلب الحق وأخطأ فإن الله يغفر له خطأه كائناً ما كان، سواء كان في المسائل النظرية والعلمية، أو المسائل الفروعية العملية، هذا الذي عليه أصحاب النبي صلى الله عليه وسلم وجماهير أئمة الإسلام
"Meselenin aslı şudur: Bir görüş küfür olabilir ve bundan dolayı bu görüş sahibinin tekfir edilmesi gerektiği söylenip şöyle denilir: Her kim şöyle şöyle derse kâfirdir. Lakin bu görüşü edinen muayyen şahsa, terk edenin küfre girdiği hüccet ikame edilmeden evvel küfrüne hüküm edilmez. Bu tehdit naslarında olduğu gibidir. Zira Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar, zaten onlar çılgın aleve atılacaklardır." (en-Nisâ 4/10)

Bu ve benzeri tehdit nassları haktır. Ancak muayyen şahıs hakkında tehdide tanıklık edilmez. Bu nedenle kıble ehlinden muayyen kişiye ateşle tanıklık edilmez. Zira bir şartın yok olması veya bir maninin sabit olması sebebiyle tehdidin o kişinin başına gelmemesi caizdir. Çünkü o şeyin haramlığı o kişiye ulaşmamış olabilir, haram olan fiilden tövbe etmiş olabilir, bu haram şeyin cezasını silen büyük hasenata sahip olabilir, kendisi için kefaret olan musibetlere maruz kalabilir veya kendisine itaat (icabet) edilen bir şefaatçi onun için şefaat edebilir. Kendisini görüş edinen kişiyi kâfir kılan görüşler de böyledir. Bu kişiye hakkı bilmeyi gerektiren nasslar ulaşmamış olabilir, nasslar ona ulaşmış olabilir ve aynı zamanda o kişi nezdinde bunlar sabit olmayabilir veya onu fehmetmeye gücü yetmeyebilir. Ya da Allâh'ın kendisi sebebiyle onu mazur göreceği şüpheler ona arız olmuş olabilir. Müminlerden her kim hakkı aramakta gayretli olur da hata yaparsa, muhakkak ki Allâh, hatası ne olursa olsun onu bağışlar. İster hatası nazarî ve ilmî meselelerde olsun, ister furu amelî meselelerde olsun. Nebî Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in ashabı ve İslam imamlarının cumhurunun üzerinde bulunduğu görüş budur."16

İbnu Teymiyye Rahimehullâh'ın kudret hadisi ve Kur'ân'ın mahlûk olduğunu söyleyenler hakkındaki sözlerini naklettikten sonra nihayet Âlûsîzâde Rahimehullâh şöyle demektedir:


والذي تحصّل مما سقناه من النصوص: أن الغلاةَ ودعاةَ غير الله وعَبَدَةَ القبور إذا كانوا جهلة بحكم ما هم عليه ولم يكن أحد من أهل العلم قد نبههم على خطئهم فليس لأحد أن يكفرهم.
وأما من قامت عليه الحجة وأصرّ على ما عنده واستكبر استكباراً، أو تمكّن من العلم فلم يتعلّم فسنذكر حكمه في الآتي.
والمقصود؛ أن من تمسّك من المسلمين بما كان عليه رسول الله صلى الله عليه وسلم من المعتقد والدّين الذي خالفوا به أهل البدع وباينوهم فلم يذهبوا إلى ما ذهبت إليه الجهمية المعطلة، ولا إلى ما ذهبت إليه القدرية النفاة، والقدرية المجبرة، ولا إلى ما ذهبت إليه الخوارج والمعتزلة، ولا إلى ما ذهبت إليه الرافضة والمرجئة، ولم يذهبوا إلى ما افتراه الغلاة في الأولياء والصالحين من عباد القبور ونحوهم؛ فإن هؤلاء لا يسمون عند أهل السنة والجماعة غالية، كما سموا به من غلا في عليّ وزعم أنه الإله الحق، فاستتابهم عليّ، فأبوا، فخذّ لهم الأخاديد، وأوقد فيها النيران وقذفهم فيها، وقال إني إذا رأيتُ أمراً منكراً ... أجّجْتُ ناري ودعوتُ قنبراً
وفي رواية: لما رأيت الأمر أمراً منكراً إلخ.
فهؤلاء هم المسلمون الذين لا يكفرون، وتسمية من عبد غير الله مسلماً فهو إلى أن يعالج عقله أحوج منه إلى أن يقام عليه الدليل
"Ve naslardan naklettiklerimizden şu hâsıl oldu: Şayet aşırı gidenler, Allâh'tan başkasına dua edenler ve kabirperestler, üzerlerinde bulundukları hâlin hükmü hususunda cahilseler ve ilim ehlinden hiç kimse onları hataları hususunda uyarmadıysa, hiç kimse onları tekfir edemez.

Kendisine hüccetin ikame edildiği ve nezdinde bulunan şeyde ısrar edip büyüklenerek kibirlenen veya ilme ulaşma imkânı olup öğrenmeyenlere gelince onların hükmünü aşağıda zikredeceğiz.

Maksat şudur: Müslümanlardan herkim, kendisiyle bidat ehline muhalefet edip onlardan uzak durdukları -Rasûlullâh Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in üzerinde bulunduğu- itikat ve dine tutunursa ve Muattıla Cehmiyye'nin üzerinde bulunduğu görüşe tabi olmadıysa, sıfatları nefyeden Kaderiyye'nin ve Ceberi olan Kaderiyye'nin üzerinde bulunduğu görüşe tabi olmadıysa, Haricî ve Mu'tezile'nin üzerinde bulunduğu görüşe tabi olmadıysa, Râfizî ve Mürcie'nin üzerinde bulunduğu görüşe tabi olmadıysa ve de aşırıya giden kabirperest ve benzerlerin evliya ve salihlere attığı iftiralara tabi olmadıysa; işte böyle olan kişiler Ehli Sünnet ve'l Cemaat nezdinde Alî Radiyallâhu Anh hakkında aşırıya kaçıp onun hak ilah olduğunu iddia edenlerin isimlendirildiği gibi gulât (aşırı) olarak isimlendirilmezler. Alî Radiyallâhu Anh onları tövbeye davet etti, onlarsa yüz çevirdiler. Bunun üzerine Alî Radiyallâhu Anh onlar için hendekler kazdı, içerisini tutuşturup onları içerisine attı. Alî Radiyallâhu Anh şöyle dedi: "Gördüğümde münker bir işi, ateşimi alevlendirip çağırdım Kanber'i."

Bir rivayetteyse şöyle dedi: "Gördüğümde bir işi münker olarak. İlh."

İşte, bunlar tekfir edilmeyen Müslümanlardır. Allâh'tan başkasına ibadet edene Müslüman ismini vermeye gelince, bunu yapan kişi, kendisine delil ikame edilmesinden çok aklının tedavi edilmesine muhtaçtır."17

Allâme Âlûsîzâde Rahimehullâh'tan yaptığımız uzun alıntı burada sona ermektedir.

Konuyu özetleyecek olursak, Âlûsî Müslümanlara atılan "Müslümanları tekfir etme" iftirasına cevap verme sadedinde bu sözlere yer vermektedir. Tevhide davet eden Müslümanların bidat ehlini ve diğer Müslümanları tekfir etmediklerini, sadece Allâh'a ortak koşanları ve İslam dininden çıkanları tekfir ettiğini söylemektedir. Nitekim kitabının ilerleyen sayfalarında, Şeyh Abd'ul Latîf bin Abd'ir Rahmân Âl'uş Şeyh Rahimehullâh'tan şunu nakletmektedir:


قال رحمه الله: ‌فجنس ‌هؤلاء ‌المشركين ‌وأمثالهم ‌ممن ‌يعبد ‌الأولياء ‌والصالحين ‌نحكم ‌بأنهم ‌مشركون، ‌ونرى ‌كفرهم ‌إذا ‌قامت عليهم الحجة الرسالية وما عدا هذا من الذنوب التي دونه في الرتبة والمفسدة لا نكفر بها، ولا نحكم على أحد من أهل القبلة -الذين باينوا عباد الأوثان والأصنام والقبور- بكفر بمجرد ذنب ارتكبوه، وعظيم جرم اجترحوه
"Abd'ul Latîf Rahimehullâh şöyle dedi: Bu müşrikler ve evliya ile salihlere tapınan benzerlerinin cinsine müşrik hükmünü veririz ve risalet hücceti onlara ikame edildiğinde küfür üzere oldukları görüşündeyiz. Rütbe ve mefsedet bakımından bunun altında ve dışında kalan günahlar sebebiyle ise tekfir etmeyiz. Yine, heykelperestlerden, putperestlerden ve kabirperestlerden uzak olan ehli kıbleden hiç kimsenin işlediği bir günah sebebiyle ve yaptığı büyük bir cürüm sebebiyle küfrüne hükmetmeyiz."18

Tekfir, malum olduğu üzere bir kimsenin kâfir olduğunu söylemek anlamına gelir.19 Aynı zamanda silah kuşanıp savaşmak manasına da gelir. İbnu Manzûr, Lisân'ul Arab'da şöyle der:


قَالَ الأَزهري: ... أَن الْكُفْرَ فِي اللُّغَةِ التَّغْطِيَةُ، وَالْكَافِرُ ذُو كُفْرٍ أَي ذُو تَغْطِيَةٍ لِقَلْبِهِ بِكُفْرِهِ، كَمَا يُقَالُ لِلَابِسِ السِّلَاحِ كَافِرٌ، وَهُوَ الَّذِي غَطَّاهُ السِّلَاحُ، ... وَفِي الْحَدِيثِ: ... أَلا لَا تَرْجِعُنَّ بَعْدِي كُفَّاراً يَضْرِب بعضُكم رقابَ بَعْضٍ ... ؛ قَالَ أَبو مَنْصُورٍ: فِي قَوْلِهِ كُفَّارًا قَوْلَانِ: أَحدهما لَابِسِينَ السِّلَاحَ مُتَهَيِّئِينَ لِلْقِتَالِ مَنْ كَفَرَ فوقَ دِرْعِه إِذا لَبِسَ فَوْقَهَا ثَوْبًا كأَنه أَراد بِذَلِكَ النهيَ عَنِ الْحَرْبِ، وَالْقَوْلُ الثَّانِي أَنه يُكَفِّرُ الناسَ فيَكْفُر كَمَا تَفْعَلُ الخوارجُ إِذا اسْتَعْرَضُوا الناسَ فيُكَفِّرونهم
"Ezherî der ki: Küfür, lügatte örtmek anlamına gelir. Kâfir, küfür sahibidir, yani kalbini küfrüyle örten kişidir. Nitekim silah kuşanan kişiye, kâfir denilir. Yani silahlarla örtülen kişi... Hadiste şöyle geçmektedir: "...Aman! Benden sonra, birbirilerinizin boynunu vuran kâfirler olmayın!.." Ebû Mansûr der ki: Hadiste geçen kâfirler sözü hakkında iki görüş vardır. Birincisi: Silah kuşanıp savaşa hazırlananlar. Bu kullanım, zırhının üzerine kıyafet giydiğinde zırhının üzerine örttü manasına gelir. Sanki bu buyruğu ile savaşmaktan nehyetti. İkinci görüş ise insanları tekfir etmesi ve böylelikle küfre girmesidir, Hâricîlerin insanları teftiş edip onları tekfir ettikleri zaman yaptıkları gibi."20

Necd uleması, bazı eserlerinde kabirperestleri -azap manasında- tekfir etmediklerini söylemişlerdir ki bu da insanlar için büyük bir müşküle yol açmıştır. Bu kullanıma örnek olarak Şeyh'ul İslam Muhammed bin Abd'il Vehhâb Rahimehullâh'ın Kevvâz kubbesiyle alakalı sözlerini örnek verebiliriz. Bu ilk nakilde tekfirden bahsetmeksizin sadece savaştan bahsederek şöyle der:


وَإِذَا كُنَّا لَا نُقاتِلُ مَنْ يَعْبُدُ قُبَّةَ الْكَوَّازِ حَتَّى نَتَقَدَّمَ بِدَعْوَتِهِ إِلَى إِخْلَاصِ الدِّينِ لِلّٰهِ، فَكَيْفَ نُكَفِّرُ مَنْ لَمْ يُهاجِرْ إِلَيْنَا وَإِنْ كَانَ مُؤْمِنًا موَحِّدًا؟
"Biz Kevvaz Kubbesi'ne ibadet edenlerle dahi onları dini Allâh'a has kılmaya davet edene kadar savaşmıyorsak, o zaman bizler nasıl olur da mümin muvahhid oldukları hâlde bize hicret etmeyenleri tekfir edebiliriz?"21

Bir başka yerdeyse tekfir ve savaşı aynı siyakta kullanmaktadır:


وَإِذَا كُنَّا لَا نُكَفِّرُ مَنْ يَعْبُدُ الْكَوَّازَ وَنَحْوَهُ وَنُقاتِلُهُمْ حَتَّى نُبَيِّنَ لَهُمْ وَنَدْعُوهُمْ فَكَيْفَ نُكَفِّرُ مَنْ لَمْ يُهاجِرْ إِلَيْنَا؟
"Biz Kevvaz Kubbesi'ne ve benzerlerine ibadet edenleri dahi, ta ki onlara beyan edip davet edene kadar tekfir etmiyorsak ve onlarla savaşmıyorsak, o zaman bizler nasıl olur da bize hicret etmeyenleri tekfir edebiliriz?"22

Bu nakillerden de anlaşılmaktadır ki Şeyh'ul İslam Muhammed bin Abd'il Vehhâb Rahimehullâh da Âlûsî Rahimehullâh gibi burada kendisine hüccet ulaşmamış olan bir kavmin, fetret ehli gibi değerlendirileceğini söylemiştir ve azaba çarptırılma anlamında tekfir etmekten imtina etmiştir. Zira Allâhu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Biz, bir Rasûl göndermedikçe hiçbir kavme azap edici değiliz." (el-İsrâ 17/15)

Bu ayette hem dünyadaki azap hem de ahiretteki azap kastedilmektedir.23 Azap edilmesine sebep olan küfür ise ancak risalet ulaştıktan sonra gerçekleşir.24 Burada kasıt, onlarla savaşmak ve onları öldürmek manasında "onlara kâfir muamelesi yapmayız," şeklindedir. Zira davet ulaşmamış olan topluluklara savaş açılmadan önce davet yapılması gerekir.25 Bu manada tekfir edilmeyen bu gibi kimselerin, Müslüman oldukları söylenemez. Nitekim Şeyh Muhammed bin Abd'il Vehhâb Rahimehullâh'ın oğulları ve Şeyh Hamad bin Nâsır Rahimehullâh şöyle demektedir:


إِذَا كَانَ يَعْمَلُ بِالْكُفْرِ وَالشِّرْكِ، لِجَهْلِهِ، أَوْ عَدَمِ مَنْ يُنَبِّهُهُ، لَا نَحْكُمُ بِكُفْرِهِ حَتَّى تُقامَ عَلَيْهِ الْحُجَّةُ؛ وَلٰكِنْ لَا نَحْكُمُ بِأَنَّهُ مُسْلِمٌ، بَلْ نَقولُ عَمَلُهُ هٰذَا كُفْرٌ، يُبِيحُ الْمَالَ وَالدَّمَ، وَإِنْ كُنَّا لَا نَحْكُمُ عَلَى هٰذَا الشَّخْصِ، لِعَدَمِ قِيَامِ الْحُجَّةِ عَلَيْهِ؛ لَا يُقَالُ: إِنْ لَمْ يَكُنْ كَافِرًا، فَهُوَ مُسْلِمٌ، بَلْ نَقُولُ عَمَلُهُ عَمَلُ الْكُفَّارِ، وَإِطْلَاقُ الْحُكْمِ عَلَى هٰذَا الشَّخْصِ بِعَيْنِهِ، مُتَوَقِّفٌ عَلَى بُلوغِ الْحُجَّةِ الْرِّسَالِيَّةِ. وَقَدْ ذَكَرَ أَهْلُ الْعِلْمِ: أَنَّ أَصْحَابَ الْفَتَرَاتِ، يُمْتَحَنُونَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِي الْعَرَصَاتِ، وَلَمْ يَجْعَلُوا حُكْمَهُ حُكْمَ الْكُفَّارِ، وَلَا حُكْمَ الْأَبْرَارِ
"Kişi cehaletten veya kendisini uyaracak kimse olmadığından dolayı küfür veya şirk olan bir amel işlediği zaman o kimseye hüccet ikame edene kadar küfrüne hükmetmeyiz, ancak o kimsenin Müslümanlığına da hükmetmeyiz. Bilakis deriz ki onun bu yaptığı amel, malı ve kanı (canı) mübah kılan bir küfürdür. Her ne kadar kendisine hüccet ikame olmadığından dolayı o şahıs hakkında hüküm vermesek de bu böyledir. Eğer bu kişi kâfir değilse Müslümandır denilemez. Bilakis deriz ki yaptığı amel kâfirlerin amelidir ve bu şahsa muayyen olarak hüküm vermek ise risalet hüccetinin ulaşmasına bağlıdır. İlim ehli şunu zikretmiştir: Fetret ehli, Kıyâmet Günü Arasat'ta imtihan edilir. Böylece fetret ehlinin hükmünü ne kâfirlerin hükmü gibi ne de ebrarın (dindar, sâlih kimselerin) hükmü gibi değerlendirmemişlerdir."26

Şeyh Abd'ul Latîf'in oğulları İbrâhîm ve Abdullâh ile Süleyman bin Sehmân Rahimehumullâh, verdikleri ortak bir fetvada şöyle derler:


أَمَّا قَوْلُهُ - عَنِ الشَّيْخِ مُحَمَّدٍ، رَحِمَهُ اللّٰهُ - : إِنَّهُ لَا يُكَفِّرُ مَنْ كَانَ عَلَى قُبَّةِ الْكَوَّازِ، وَنَحْوِهِ، وَلَا يُكَفِّرُ الْوَثَنيَّ حَتَّى يَدْعُوهُ، وَتَبْلُغُهُ الْحُجَّةَ، فَيُقَالُ: نَعَمْ، فَإِنَّ الشَّيْخَ مُحَمَّدًا رَحِمَهُ اللّٰهُ، لَمْ يُكَفِّرِ النَّاسَ ابْتِداءً، إِلَّا بَعْدَ قِيَامِ الْحُجَّةِ وَالدَّعْوَةِ، لِأَنَّهُمْ إِذْ ذَاكَ فِي زَمَنِ فَتْرَةٍ، وَعَدَمِ عِلْمٍ بِآثَارِ الرِّسَالَةِ، وَلِذٰلِكَ قَالَ: لِجَهْلِهِمْ وَعَدَمِ مَنْ يُنَبِّهُهُمْ، فَأَمَّا إِذَا قَامَتِ الْحُجَّةُ، فَلَا مانِعَ مِنْ تَكْفيرِهِمْ وَإِنْ لَمْ يَفْهَمُوهَا. وَفِي هٰذِهِ الْأَزْمَانِ، خُصُوصًا فِي جِهَتِكُمْ، قَدْ قَامَتِ الْحُجَّةُ عَلَى مَنْ هُنَاكَ، وَاتَّضَحَتْ لَهُمُ الْمَحَجَّةُ، وَلَمْ يَزَلْ فِي تِلْكَ الْبِلَادِ مَنْ يَدْعُو إِلَى تَوْحيدِ اللّٰهِ، وَيُقَرِّرُهُ، وَيُنَاضِلُ عَنْهُ، وَيُقَرِّرُ مَذْهَبَ السَّلَفِ، وَمَا دَلَّتْ عَلَيْهِ النُّصُوصُ مِنَ الصِّفاتِ الْعَلِيَّةِ، وَالْأَسْماءِ الْقُدْسِيَّةِ، وَيَرُدُّ مَا يُشْبِهُ بِهِ بَعْضَ أَتْباعِ الْجَهْميَّةِ، وَمَن عَلَى طَريقَتِهِمْ.
"Onun, Şeyh Muhammed (bin Abd'il Vehhâb) Rahimehullâh'tan naklettiği Kevvaz Kubbesi üzerindeki (kubbeye ibadet eden) ve benzeri (durumdaki) kişileri tekfir etmediği, davet götürüp hücceti ulaştırana kadar putperesti tekfir etmediği yönündeki sözlerine gelince; (bunlara cevaben) şöyle denilir: Evet, gerçekten Şeyh Muhammed Rahimehullâh ilk başta insanları ta ki hüccet ikamesi ve davet sonrasına kadar tekfir etmemiştir. Çünkü onlar o zaman fetret döneminde ve risalet eserlerinin bilinmediği bir zamanda idiler. Bundan dolayı "cehaletlerinden ve onları uyaracak kimse bulunmadığından dolayı" ifadesini kullanmıştır. Hüccet ikame olduğu zaman ise onları tekfir etmeye bir mâni yoktur. Hücceti anlamamış olsalar bile bu böyledir. Bu zamanlarda ve bilhassa sizin taraflarda orada yaşayan kimselere hüccet ulaşmış ve gidilecek yol onlar için belirginleşmiştir. Bu beldelerde Allâh'ı tevhid etmeye çağıran, bunu anlatan, bu hususta mücadele eden, selefin mezhebini ve yüce sıfatlar ile mukaddes isimlere delalet eden nassları anlatan, Cehmiye'ye tâbi olanların ve onların yolundan gidenlerden bazılarının ortaya attığı şüpheleri reddeden kimseler eksik olmamıştır..."27

Hüccet ulaşmasından kasıt, kişiye Kur'ân'ın ulaşması veya kişinin Kur'ân'a ulaşma imkânı olmasıdır. İbn'ul Kayyim Rahimehullâh bu manada şöyle demektedir:


فإنَّ حجّةَ الله قامت على العبد بإرسال الرَّسول وإنزال الكتاب، وبلوغِ ذلك إليه، وتمكُّنِه من العلم به، سواءً علِمَ أو جهل. فكلُّ من تمكَّن من معرفة ما أُمِر به ونُهِي عنه، فقصَّر عنه ولم يعرفه، فقد قامت عليه الحجّة. والله سبحانه لا يعذِّب أحدًا إلّا بعد قيام الحجّة عليه، فإذا عاقَبه على ذنبه عاقَبه بحجَّتِه على ظلمه
"Çünkü Allâh'ın hücceti, Rasûlü gönderip Kitabı indirerek, bunun kula ulaşması ve -ister bu hususta ilim sahibi olsun ister cahil olsun- bunu bilmeye güç yetirmesiyle kula ikamet olur. Her kim kendisine emredileni ve yasaklananı bilmeye imkân yetirir, sonra da ihmalkâr davranıp bilmezse bu kişiye hüccet ikamet edilmiştir. Eksiklerden münezzeh olan Allâh, ancak hüccet ikamet edildikten sonra azap eder. Allâh bir kulu günahı sebebiyle azaplandırdığında, yaptığı zulme dair hücceti ile azaplandırır."28

Şeyh'ul İslam İbnu Teymiyye Rahimehullâh ise şöyle demiştir:


يُبَيِّنُ حَقِيقَةَ الْحَالِ فِي هَذَا أَنَّ اللَّهَ يَقُولُ: {وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُولًا} وَالْحُجَّةُ عَلَى الْعِبَادِ إنَّمَا تَقُومُ بِشَيْئَيْنِ: بِشَرْطِ التَّمَكُّنِ مِنْ الْعِلْمِ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ وَالْقُدْرَةِ عَلَى الْعَمَلِ بِهِ. فَأَمَّا الْعَاجِزُ عَنْ الْعِلْمِ كَالْمَجْنُونِ أَوْ الْعَاجِزِ عَنْ الْعَمَلِ فَلَا أَمْرَ عَلَيْهِ وَلَا نَهْيَ
"Bu husustaki hâlin hakikatini, Allâhu Teâlâ'nın şöyle buyurması açıklar:

"Biz, bir Rasûl göndermedikçe hiçbir kavme azap edici değiliz." (el-İsrâ 17/15)

Hüccet kullara ancak iki şeyle ikame olur: Allâh'ın indirdiklerini bilmeye imkânı olmak ve onunla amel etmeye güç yetirmek. Deli gibi ilimden aciz olan veya amel etmekten aciz olanlara gelince, onların üzerine bir emir veya nehiy yoktur..."29

Mutezilî kelamcılar Câhız ve Sümâme, kâfirlerin mukallit avam tabakasının hücceti anlamadıkları için azap görmeyeceğini ve onlara kâfir muamelesi yapılmayacağını söylemiştir. Bu görüş günümüzde de kendini tevhide nispet eden fakat müşrikleri tekfir etmekten duraksayan bazı kişiler tarafından savunulmaktadır. Bu kimseler Kuran'a ulaşan veya ulaşma imkânı olan kişilerin hücceti anlamadıkları takdirde azap görmeyeceklerini ve dünya hükmü itibarıyla da kâfir olmayacaklarını, Müslüman sayılacaklarını iddia etmektedirler, zira onlar tekfir için hüccetin bilinmesini ve anlaşılmasını şart koşarlar.

Kadı İyâz Rahimehullâh, bu görüşün icma ile küfür olduğunu şu sözleriyle dile getirmektedir:


وَقَال نَحْو هَذَا القَوْل الجاحظ وثمامة فِي أَنّ كثيرًا مِن العامة والنساء والبُلْه ومُقَلّدَة النصارى واليهود وَغَيْرِهِم لَا حُجَّة لله عَلَيْهِم إِذ لَم تَكُن لَهُم طِباع يُمْكن معها الاسْتِدْلال وَقَد نحا الغزالي قريبًا من هَذَا المَنْحى فِي كِتَاب التَّفْرِقَة وقائِل هَذَا كُلُّه كافر بالإجْماع على كفر من لم يُكَفِّرْ أحدًا مِن النَّصَارَى واليَهُود
وَكُلّ من فَارَق دِين الْمُسْلِمِين أَو وَقَف فِي تكفيرهم أوشك قَال الْقَاضِي أَبُو بَكْر لِأَنّ التّوقِيف والإجْماع اتّفَقَا عَلَى كُفْرِهِم فَمَن وقف فِي ذَلِك فَقَد كذّب النَّصّ والتّوْقِيف أَو شَكّ فِيه والتكذيب أو الشك فِيه لَا يقع إلا من كافر
"...Bunun benzeri bir görüşü de Câhız ve Sümâme dile getirmiştir ki buna göre halkın pek çoğundan, kadınlar, aklı kıt olanlar ve Hristiyanlar ile Yahudileri taklit edenler üzerinde, Allâhu Teâlâ'nın bir hücceti yoktur. Zira onların tabiatları istidlal etmeye müsait değildir. Gazzâlî de et-Tefrika adlı kitabında, bu görüşe yakın bir tarafa meyletmiştir.

Bunları söyleyenlerin hepsi icma ile kâfirdir. Zira Hristiyan ve Yahudilerden bir kimseyi ve Müslümanların dininden ayrılan kimseyi tekfir etmeyenin veya tekfir hususunda duraksayanın ya da şüphe edenin kâfir olduğunda icma vardır.

Kadı Ebû Bekr der ki: Çünkü tevkif (nass ile belirlenmiş hüküm) ve icma, onların küfrü yönünde ittifak etmiştir. Her kim ki bu hususta duraksarsa nassı ve tevkifi yalanlamış veya onlar hakkında şüphe etmiş olur ki yalanlama ve şüphe de kâfirden başkasında vuku bulmaz."30

Yukarıda şüphe olarak ileri sürülen nakilde zikri geçen kişilere kâfir isminin verilmemesine gelince, bunun anlamı onlara Müslüman hükmünü vermeksizin ahirette azaba çarptırılıp çaptırılmayacağı bilinmediği için kâfir demekten imtina etmektir. Yani bu cümlede geçen küfür kelimesi, ahirette ebediyyen azaba çarptırılmak anlamındadır. Burada zikredilen hüküm, tekfir ve ceza kaideleriyle ilgili olup iman vasfıyla alakalı değildir. Bu nedenle Allâh'a ortak koşanlara icmâen müşrik ismi verilir. Lakin bütün müşrikler, dünya ve ahirette azabı hak ettikleri anlamında tekfir edilmez. Had cezaları ve cihat da bu hükme dahildir. Bu nedenle İslam dinini hiç duymamış, kendilerine hiçbir zaman tebliğ yapılmamış kabilelere davet yapılmaksızın saldırmak ve savaş açmak haramdır. Ancak kendilerine hüccet ikame edilmeden önce bile onlar müşriktir ve Müslüman değildirler.

Velhasıl, Âlûsî Rahimehullâh'ın sözü, şu anlama gelir: Kabirperestlerin yaptığı amel, her ne kadar mallarını ve canlarını mübah kılan bir küfür olsa da kendilerine hüccet ikamet edilmediği için hüccet ikame edilene kadar onlara savaş açılamayacağı gibi onların azaba müstahak oldukları anlamında kâfir hükmü de verilemez. Lâkin bu, onların Müslüman olduğu anlamına gelmez. Bu kişilerin durumu, ahirette imtihan edilen fetret ehlinin durumu gibidir. Fetret ehli gibi Müslüman muamelesi görmezler ve dünya ve ahirette azaba çarptırılma anlamında kâfir muamelesi görmezler.

Girizgahta da değindiğimiz gibi, günümüzün cehennem davetçileri, tevhide davet eden rabbani ulemanın sözlerini, kendi açık sözlerine ve onları en iyi açıklayacak merci olan talebeleri ve de diğer ulemanın sözlerine müracaat etmezler, kendi akidelerine delil olması için tahrif edip çarpıtırlar. Ulemanın müşkül sözlerinden yola çıkarak, alimlerin de kendileri gibi müşrikleri cehaletleri sebebiyle Müslüman gördüğünü iddia etmektedirler.

Bu cehennem davetçileri, tekfir ve hüccet kavramlarının âlimlerin dilinde ne manaya geldiğini bilmedikleri ve bu konularda kendi hevalarına tabi olmayı tercih edip gerekli araştırmayı yapma zahmetine bile katlanmadıkları için ve tevhidi de hakkı ile öğrenip yaşamadıkları için şüpheye düşmekte ve zaten yaşamadıkları tevhidi şirkle birlikte anmaktadırlar. Âlimlerin hüccet ikamesiyle ilgili zikrettikleri sözleri, kimi zaman tevhidle ilgilidir. Kimi zaman ise dinin fürusundan olan hafi meselelerle ilgilidir. Bunların bir kısmı tekfiri gerektirir ancak savaşı gerektirmez. Bir kısmı da hüccet ulaştıktan sonra inkâr eden kişinin tekfirini gerektirir. Mezkûr kişilerse bu ikisi arasında bir ayrıma gitmedikleri için meseleleri olduğundan farklı değerlendirip sapar ve saptırırlar. Yere çakılıp kalan ve hevasına tâbi olana gelince, onların getirdikleri şüphelere iltifat edilmez. Bu tip şüphelerin batıl oluşu güneş kadar açıktır, lakin zeval vakti güneşi inkâr eden kişiye anlatılacak laf yoktur; şeytanıyla baş başa bırakılmalıdır.

Makalemizi, Şeyh İshâk bin Abd'ir Rahmân Rahimehullâh'ın şu sözüyle sona erdiriyoruz:


فَتَأَمَّلْ إِنْ كُنْتَ مِمَّنْ يَطْلُبُ الْحَقَّ بِدَلِيلِهِ وَإِنْ كُنْتَ مِمَّنْ صَمَّمَ عَلَى الْبَاطِلِ وَأَرَادَ أَنْ يَسْتَدِلَّ عَلَيْهِ بِمَا أُجْمِلَ مِنْ كَلَامِ الْعُلَمَاءِ فَلَا عَجَبَ
"Eğer hakkı, delili ile arayanlardansan bunları iyi düşün. Eğer batılda karar bulmuş ve âlimlerin mücmel (kapalı) sözlerinden buna delil getirmek isteyenlerdensen, bunda şaşılacak bir şey yoktur."31

Vallâhu a'lem! Allâh'ın salat u selamı, nebimiz Muhammed'in, al u ashabının üzerine olsun.

EK OKUMALAR:

Meselenin daha iyi anlaşılması için, sitemizde cehalet özrü ve muayyen tekfirle ilgili tercümelerini neşrettiğimiz şu risalelere başvurunuz:





1- Ziriklî, el-A'lâm, 7/172-173; Muhammed Behçet el-Eserî, A'lâm'ul İrâk; Mecellet'ul Menâr, 12/785; Kehhâle, Mu'cem'ul Mu'ellifîn, 12/169-170; Abd'ur Rahmân bin Abd'il Latîf bin Abdillâh Âl'uş Şeyh, Meşâhîru Ulemâ'i Necd, 286-287.

2- Mahmûd Şükri Âlûsîzâde, Gâyet'ul Emânî, 1/53.

3- Yûsuf bin İsmâ'îl bin Hasan en-Nebhânî eş-Şâfi'î. Tasavvuf ehlindendi. 1265H senesinde doğdu. Hizb'ut Tahrîr'in kurucusu Takiyy'ud Dîn en-Nebhânî'nin anne tarafından dedesidir. Torunu Ezher Üniversitesi'nde ilim edinmediği için onu Şakiyy'ud Dîn olarak lakaplandırmıştır. Allâh'ın indirdikleri ile hükmetmeyen birçok mahkemede kadılık ve reislik yapmıştır. Câmi'u Kerâmât'il Evliyâ, Şevâhid'ul Hak fi'l İstigâseti bi Hayr'il Halk, el-Envâr'ul Muhammediyye fi'l Mevâhib'il Ledünniyye gibi eserleri vardır. Şevâhid'ul Hak fi'l İstigâseti bi Hayr'il Halk isimli eserinde İbnu Teymiyye ve Necd ulemasına karşı reddiyeler yazmıştır. 1350H senesinde Beyrut'ta helak oldu. (Âlûsî'nin el-Âyet'ul Kubrâ ve Gâyet'ul Emânî isimli eserlerinin başındaki muhakkiklerin eklediği biyografilerden özetlenmiştir.) Necd Davetinin en büyük düşmanlarından birisidir. Günümüzde Necd davetine düşmanlık yapan çoğu kimse onun özellikle Şevâhid'ul Hak('tan Vehhabilere Cevaplar) kitabında zikrettiği iddiaları dillendirmektedir. Bu kitabında sufi yaklaşımıyla tevessül, Rasûlullâh'ın evliya ve salihlerin kabirlerini ziyaret, Rasûlullâh'tan medet dileme ve istigasede bulunma, şefaat, Allâh'a cihet tayin etme ve ilhamın delil olması gibi konulara değinmektedir.

4- İshâk bin Abd'ir Rahmân, Muayyen Tekfirin Hükmü.

5- Dâvûd bin Süleymân bin Circîs el-Bağdâdî. 1231H senesinde doğdu. Nakşibendî tarikatının Hâlidî koluna ve Şâfi'î mezhebine mensuptu. Necd tevhid davetinin en büyük düşmanlarından birisidir. Şeyh'ul İslam İbnu Teymiyye ve onun talebesi İbn'ul Kayyim'ın açık ve muhkem sözlerini görmezden gelerek onlardan naklettiği bir takım müşkül, müteşabih ve kapalı sözlerle Necd ulemasına reddiye olarak Sulh'ul İhvân min Ehl'il Îmân ve Beyân'ud Dîn'il Kayyim fî Tebri'eti İbni Teymiyye ve İbn'il Kayyim, Eşedd'ul Cihâd fî İbtâli Da'veti İctihâd ve de el-Minhet'ul Vehbiyye fî Radd'il Vehhâbiyye isimli eserler kaleme aldı. Bugün kendisini tevhide nispet eden ve ayrıca tevhide düşmanlık besleyen kimseler onun bu eserlerinden ve fikirlerinden hareketle şüphelerini ve düşmanlıklarını izhar etmektedirler. Ulemadan birçok kimse, kendisine ve müntesip olduğu fikirlere reddiyeler kaleme almıştır. Bu reddiyelerin bazıları şunlardır:

1. Ebâ Butayn (1282H), el-İntisâr li Hizbillâh'il Muvahhidîn ve'r Raddu ala'l Mucâdili an'il Müşrikîn.

2. Ebâ Butayn (1282H), Te'sîs'ut Takdîs fî Keşfi Telbîs Dâvûd bin Süleymân bin Circîs.

3. Muhammed bin Nâsır el-Hâzimî (1283H), Îkâz'ul Visnân alâ Beyân'il Halel fî Sulh'il İhvân.

4. Abd'ur Rahmân bin Hasan (1285H), Keşfu mâ Elkâhu İblîs min'el Behrec ve't Telbîs alâ Kalbi Dâvûd bin Circîs.

5. Abd'ul Latîf bin Abd'ir Rahmân (1293H), Minhâc'ut Te'sîs fî Keşfi Şubehâti İbni Circîs.

6. Abd'ul Latîf bin Abd'ir Rahmân (1293H), Tuhfet'ut Tâlib ve'l Celîs fî Keşfi Şubehi Dâvûd bin Circîs.

7. Nu'mân el-Âlûsî (1317H), Şekâ'ik'un Nu'mân fî Reddi Şekâ'ik Dâvûd bin Süleymân.

8. İshâk bin Abd'ir Rahmân (1319H), Hukmu Tekfîr'il Mu'ayyen.

9. Ahmed bin Îsâ (1327H), er-Raddu alâ Şubehât'il Muste'înîn bi Gayrillâh.

10. Mahmûd Şükri el-Âlûsî (1342H), Feth'ul Mennân.

Şeyh Abd'ul Latîf'in bildirdiğine göre Osmanlı'nın Arap yarımadasına gelip tevhid davetini yapan Necd ulemasına karşı savaş açmasında Dâvûd bin Circîs'in dahli vardır. 1299H senesinde helak oldu. (Ebâ Butayn, Te'sîs'ut Takdîs, sf. 19-20; Ziriklî, el-A'lâm, 2/322; Muhammed Behçet el-Eserî, A'lâm'ul İrâk, sf. 67; Mecmû'at'ur Resâ'il ve'l Mesâ'il'in Necdiyye, 3/275)

6- İshâk bin Abd'ir Rahmân, Muayyen Tekfirin Hükmü.

7- Mahmûd Şükri Âlûsîzâde, el-Âyet'ul Kubrâ, sf. 85.

8- Mahmûd Şükri Âlûsîzâde, el-Âyet'ul Kubrâ, sf. 96.

9- Mahmûd Şükri Âlûsîzâde, Gâyet'ul Emânî, 1/53-54.

10- Mahmûd Şükri Âlûsîzâde, Gâyet'ul Emânî, 1/42-43.

11- Mahmûd Şükri Âlûsîzâde, Gâyet'ul Emânî, 1/43-44.

12- Mahmûd Şükri Âlûsîzâde, Gâyet'ul Emânî, 1/44-45.

13- Mahmûd Şükri Âlûsîzâde, Gâyet'ul Emânî, 1/45-46.

14- Mahmûd Şükri Âlûsîzâde, Gâyet'ul Emânî, 1/46.

15- Mahmûd Şükri Âlûsîzâde, Gâyet'ul Emânî, 1/48.

16- Mahmûd Şükri Âlûsîzâde, Gâyet'ul Emânî, 1/50-51.

17- Mahmûd Şükri Âlûsîzâde, Gâyet'ul Emânî, 1/53-54.

18- Mahmûd Şükri Âlûsîzâde, Gâyet'ul Emânî, 1/131-132.

19- Feyyûmî, el-Misbâh'ul Munîr, 2/535.

20- İbnu Manzûr, Lisân'ul Arab, 5/145-146; ayrıca bkz. Kurâ'un Neml, el-Müneccid fi'l Luga, sf. 152.

21- Abd'ul Latîf bin Abd'ir Rahmân, Minhâc'ut Te'sîs, sf. 99.

22- Abd'ul Latîf bin Abd'ir Rahmân, Minhâc'ut Te'sîs, sf. 222.

23- Kurtubî, el-Câmi'u li Ahkâm'il Kur'ân, 10/231.

24- Mecmû'u Fetâvâ Şeyh'il İslâm Ahmed İbni Teymiyye, 2/78.

25- Buhûtî, Keşşâf'ul Kinâ, Vezârat'ul Adl, 7/26; Heytemî, Tuhfet'ul Muhtâc, 9/242; Dusûkî, Hâşiye ala'ş Şerh'il Kebîr li'd Dirdîr, 2/176; Kâsânî, Bedâ'i'us Sanâ'i, 7/100.

26- Ed-Durar'us Seniyye, 10/136-137.

27- Ed-Durar'us Seniyye, 10/434-435.

28- İbn'ul Kayyim, Medâric'us Sâlikîn, 1/340.

29- Mecmû'u Fetâvâ Şeyh'il İslâm Ahmed İbni Teymiyye, 20/59.

30- Kadı İyâz, eş-Şifâ, 2/280-281.

31- İshâk bin Abd'ir Rahmân, Muayyen Tekfirin Hükmü.
قَالَ ابْنُ عَقِيل رَحِمَهُ اللهُ: «إذَا أَرَدْت أَنْ تَعْلَمَ مَحَلَّ الْإِسْلَامِ مِنْ أَهْلِ الزَّمَانِ فَلَا تَنْظُرْ إلَى زِحَامِهِمْ فِي أَبْوَابِ الْجَوَامِعِ، وَلَا ‌ضَجِيجِهِمْ فِي الْمَوْقِفِ بِلَبَّيْكَ، وَإِنَّمَا اُنْظُرْ إلَى مُوَاطَأَتِهِمْ ‌أَعْدَاءَ الشَّرِيعَةِ.»
İbnu Akîl Rahimehullâh dedi ki: "Zamane insanlarda İslam'ın yerini bilmek istersen, camilerin kapısındaki izdihamlarına ve mevkıfte Lebbeyk diye bağırtılarına bakma! Yalnızca onların şeriat düşmanlarıyla uzlaşmalarına bak!" (İbnu Muflih, el-Âdâb'uş Şerîa, 1/237)

Tevhîd Müdafaası

Makaleden çıkan faydalar:

1.    Günümüzün cehennem davetçileri, Allâh'ın dini hakkında ilimsizce konuşur ve delil getirir, kendi akidelerine delil olması için ulemanın müteşabih sözlerine sarılır, onları tahrif edip çarpıtırlar ve şüpheleri hiçbir zaman bitmez. Bu tip kimselerin şüphelerine iltifat edilmez.

2.    Tekfir ve hüccet kavramlarının âlimlerin dilinde ne manaya geldiğini bilmemek, insanın şüpheye düşmesine ve tevhidi şirkle birlikte anmasına yol açar.

3.    Müteşabih sözler, muhkeme başvurularak veya bir âlime danışılarak anlaşılır. Müşkül nakillerde, meselenin fehmedebilmesi için söz konusu naklin siyakı ile sibakına ve âlimin bu sözü neden söylediğine bakılması gerekir.

4.    Usûl'ud Dîn meselelerinde başvurulacak merci Kitab, Sünnet ve ümmetin muteber icmasıdır ve bu konularda merci, belirli bir âlimin şahsı değildir.

5.    Herhangi bir mahlûka Rubûbiyyet ve Ulûhiyyet sıfatlarından herhangi bir tanesini ispat eden kişi müşriktir. İki şehadet, kendilerini telaffuz eden sonra da onlarla çelişen bir şey yapan kişiyi kurtarmaz. Dinden çıkmak için, mükellefin Rasûl'ün getirdiği her şeyi inkâr etmesi gerekmez; bazı asıllar hakkında olsa bile küfrü ve riddeti vacip kılan bir şeyi ifa etmesi küfür ve riddet hususunda yeterlidir.

6.    Büyük şirkte cehalet mazeret değildir ve cehaletinden dolayı şirk işleyen bir kimse Müslüman değildir, müşriktir. İlim ehlinden hiç kimse müşriklerin küfrü hususunda duraksamadı.

7.    Allâh'ın hücceti, Kurân'ın veya peygamberin davetinin ulaşmasıyla ya da bunlara ulaşma imkânına sahip olmakla kaim olur, hüccetin fehmedilmesi ile değil; bu durumda olan bir kişinin ihmalkâr davranması veya imkânı varken cahil olmasının ona hüccetin ikame edilmiş olması üzerinde bir etkisi yoktur. Allâh'ın hücceti kendisine kaim olan kişi, Allâh'ın dinine teslim olmadığı sürece müşriktir, Müslüman değildir ve hem dünyada hem de ahirette Allâh'ın azabını hak eder.

8.    İsrâ 17/15 ayetinde, Allâh'ın Rasûl göndermedikçe hiçbir kavme azap etmeyeceği bildirilmiştir. Bu ayette kastedilen azap hem dünyadaki hem de ahiretteki azaptır. Azap edilmesine sebep olan küfür ancak risalet ulaştıktan sonra gerçekleşir. Davet ulaşmamış olan topluluklara savaş açılmadan önce davet yapılması gerekir. Çaba sarfetmesine rağmen Allâh'ın hücceti kendisine ulaşmayan ve buna ulaşma imkânı bulamayan kişi, Allâh'ı inkâr ettiği için bir müşriktir. Bu kişiler fetret ehli gibi değerlendirilir ve azabı hak etme anlamında kâfir oldukları söylenmez. Bu manada tekfir edilmeyen kimselerin, Müslüman oldukları söylenemez. Bu tip kimselere hüccet ikame olduğunda, kendilerini tekfir etmeye bir mâni yoktur.

9.    Câhız ve Sümâme, kâfirlerin mukallit avam tabakasının hücceti anlamadıkları için azap görmeyeceğini ve onlara kâfir muamelesi yapılmayacağını iddia etmiştir ve sahip oldukları bu görüş, icma ile küfürdür.

10.    Hüccet ulaşmadan tekfir etmeme hükmü, tekfir ve ceza kaideleriyle ilgili olup iman vasfıyla alakalı değildir.
قَالَ ابْنُ عَقِيل رَحِمَهُ اللهُ: «إذَا أَرَدْت أَنْ تَعْلَمَ مَحَلَّ الْإِسْلَامِ مِنْ أَهْلِ الزَّمَانِ فَلَا تَنْظُرْ إلَى زِحَامِهِمْ فِي أَبْوَابِ الْجَوَامِعِ، وَلَا ‌ضَجِيجِهِمْ فِي الْمَوْقِفِ بِلَبَّيْكَ، وَإِنَّمَا اُنْظُرْ إلَى مُوَاطَأَتِهِمْ ‌أَعْدَاءَ الشَّرِيعَةِ.»
İbnu Akîl Rahimehullâh dedi ki: "Zamane insanlarda İslam'ın yerini bilmek istersen, camilerin kapısındaki izdihamlarına ve mevkıfte Lebbeyk diye bağırtılarına bakma! Yalnızca onların şeriat düşmanlarıyla uzlaşmalarına bak!" (İbnu Muflih, el-Âdâb'uş Şerîa, 1/237)

🡱 🡳