Fusûsu’l-Hikem diye adlandırılan bu kitabın sahibi, İbn Seb’in, Şeşteri, Tilmisâni’nin, Sadreddin Konevi, İbnu’l-Farız ve bunlara tâbi olanlar gibilerinin savunduğu görüşleri varlığın tek olduğudur. Bunlar Vahdet-i Vücûd diye isimlendirilirler. Kendilerinin hakikate isabet ettiklerini ve irfan sahibi olduklarını iddia ederler. Onlar yaratıcının varlığını mahlûkatın varlığının aynısı olarak görürler. Dolayısıyla, güzellik, çirkinlik, övülme, yerilme gibi bütün mahlûkatın vasıflandığı her şeyle vasıflanan onlara göre yaratıcının aynısıdır. Aynı şekilde onlara göre yaratıcının, mahlûkatın varlığına ters düşen ve ondan farklı olan bir varlık asla olamaz. Bilakis onlara göre, asla yaratıcıdan başka bir şey yoktur.
Onların [küfür ve batıl olan] sözlerinden bir tanesi de şudur: “Allah’tan başka hiçbir şey yoktur. (Her şey Allah’tır.)” dolayısıyla puta tapanlar onlara göre başka bir şeye tapmamışlardır. Çünkü onlara göre Allah’tan başka bir şey yoktur.
Bu yüzden de Allahu Teâlâ’nın:
“Rabbin sadece kendisine ibadet etmenizi emretti.”213
Ayetini, “Rabbin sadece kendisine ibadet etmenizi takdir etti.” şeklinde anlamışlardır. Çünkü onlara göre zaten O’ndan başka ibadet edilmesi düşünülecek bir şey yoktur. Kısacası her putperest ancak Allah’a ibadet etmiştir.
Yine bundan dolayı bu kitabın yazarı, buzağıya tapanların isabet ettiklerini benimsemiş, Musa (Aleyhisselâm)'ın Harun (Aleyhisselâm)’ın buzağıya tapanları yadırgamasına karşı çıktığını zikretmiş ve şöyle demiştir: “Musa (Aleyhisselâm) durumu Harun (Aleyhisselâm)’dan daha iyi bilmekteydi. Çünkü o, Allah’ın kendisinden başka bir şeye ibadet etmemelerini takdir ettiğini(!)bildiğinden, buzağıya tapanların neye taptıklarını biliyordu. Allah’ın hükmettiği herşey mutlaka gerçekleşecektir. Musa (Aleyhisselâm)'ın kardeşi Harun (Aleyhisselâm)’ı yermesi gördüğü yadırgamasından ve ona tâbi olmamasından kaynaklanmıştır. Çünkü gerçek arif, hakkı her şeyde gören kimsedir. Hatta her şeyin aynısını görendirde.
Bu yüzden Firavun’u, ariflerin ve tahkikçilerin büyüklerinden sayarlar ve rubûbiyet iddiasında isabet ettiğini düşünürler. Nitekim O kitapta şöyle demiştir: “Firavun kendi zamanında otorite makamında ve kılıçla hükmeden bir halife olunca, her ne kadar zâlim birisi olsa da şöyle demiştir: “Ben sizin en yüce Rabbi’nizim!”214 Bu şu anlama gelmektedir: Her ne kadar herkes, herhangi bir şeye nisbetle rabbler olsa da ben onlardan daha yüce olan bir rabbim. Çünkü bana zahirde aranızda hükmetme görevi verildi.” Sihirbazlar da dediklerinin doğruluğunu anlayınca onu yadırgamadılar, ikrar ettiler ve şöyle dediler: “Öyle ise yapacağını yap! Sen, ancak bu dünya hayatında hükmünü geçirebilirsin.”215 Devlet senindir. Böylelikle, her ne kadar Hakk Teâlâ’nın aynısı olsa da: Firavun’un sözü doğru olmuştur: “Ben sizin en yüce Rabbi’nizim!”
Onların kâfir olduklarını bilmen için şunu bilmen sana yetecektir: onların görüşlerinin en hafifi, Firavun’un mü’min ve günahlardan beri olarak öldüğünü söylemeleridir. Nitekim şöyle demiştir: “Musa (Aleyhisselâm) Firavun’un gözünün nûrudur. Bunu da boğulurken Allah’ın verdiği iman sebebiyle gerçekleştirmiştir. Bu yüzden de onun ruhunu tertemiz bir şekilde almıştır. Onda hiçbir pislik söz konusu bile değildir. Çünkü Allah onun ruhunu iman ederken günah kazanmadan önce almıştır. Zaten İslâm da eskiden yapılan hataları affeder.”
Müslüman, Yahudi ve Hristiyanlardan oluşan bütün dinlerde zorunlu olarak bilinir ki Firavun yaratılmışların Allah’a karşı en fazla kâfir olanıdır. Bu ne ki! Allah Teâlâ Kur’ân’da, bir kâfirin özel ismini belirterek, Firavun’un kıssasından daha büyüğünü anlatmamıştır. Yine onun hakkında zikrettiği gibi kâfirlerden hiçbirinin ne küfrünü, ne tağutluğunu ne de büyüklenmesini anlatmamıştır.
Hem onun hem de kavminin hakkında azabın en şiddetlisine gireceklerinden haber vermiştir. Çünkü Al-i Firavun ibaresi, tıpkı Al-i İbrahim, Al-i Lût, Al-i Davud, Al-i gibidir. Bu isim tamlamalarındaki tamlayanı ailenin kapsamına dâhil olacağına âlimler ittifak etmişlerdir. İnsanlardan Allah’ın en büyük düşmanına gelip de onların Allah’a karşı küfre düştükleri konusunda isabet ettiklerini ve haklı olduklarını söyledikleri zaman, onların bu dediklerinin Yahudi ve Hristiyanların küfürlerinden daha büyük olduğu anlaşılmıştır. Bir de diğer ifadeler nasıl durumdadır acaba, varın siz düşünün!
Selef âlimleri ve imamları yaratıcının, yarattıklarından farklı olduğu konusunda ittifak halindedirler. Ne O’nun zâtında yarattıklarından bir şey, ne de yarattıklarında O’nun zâtından bir şey olamaz.
Selef ve imamlar, Cehmiyye’yi “O, her yerdedir.” dedikleri için tekfir etmişlerdir. Onları yadırgadıkları ve karşı çıktıkları meselelerden birisi de, O’nun karınlarda, abdest alma yerlerinde ve helalarda olabileceğidir. O, bütün bunlardan pek yücedir. O zaman hele bir de, karınların, abdest alma yerlerinin, helaların, necasetlerin, pisliklerin bizzat kendisi yapanların durumu ne olabilir, varın siz düşünün!
Ümmetin selefi ve imamları Allah’ın, ne zâtında, ne sıfatlarında ne de fiillerinde bir benzerinin olmadığı hususunda da müttefiktirler. İmamlardan birisi şöyle demiştir: Allah’ı yarattıklarına benzeten kâfir olur. Allah’ın kendisiyle vasfettiği özelliği inkâr eden kâfir olur. Ne Allah’ın kendini vasfettiği ne de Rasûlü’nün O’nu vasfettiği hususlarda benzetme olamaz.
Müşebbihe ve Mücessime 216 nerede bunlar nerede? Bunlar, Allah’ı mahlûkatları gibi yapmakla küfürde tavan yapmışlardır.
Onlar: “Allah kadimdir, mahlûkat ise muhdestir.” Diyorlar. Diğerleri ise yaratılmışların bizzat kendisi olarak görmektedirler. Bu da yetmezmiş gibi, bir de bütün eksik ve afetli sıfatlarla vasıflandırmaktadırlar. Hâlbuki bunlarla, ancak bütün kâfirler, bütün günahkârlar, bütün şeytanlar, bütün yırtıcı hayvanlar, bütün yılan çeşitleri vasıflandırılabilir. Allah onların iftiralarından ve sapıklıklarından beridir. Allah, onların söyledikleri şeylerden münezzehtir; son derece yücedir ve uludur.
Allah Teâlâ kendisi gibi, Rasûlü ve mü’min kulları için de onlardan intikamını alacaktır. Bunlar şöyle derler: Hristiyanlar: “Allah Mesîh’in ta kendisidir.”217diyerek tahsis ettiklerinden dolayı kâfir olmuşlardır. Hristiyanların, Mesih hakkında dediklerinin hepsini onlar da Allah hakkında derler. Hristiyanların küfrü bunların küfürlerinden olsa olsa bir parçadır.
Bu zikredilen kitabı son dönemde yaşayanlardan yetkili bir kimseye okuyunca, birisi ona şöyle dedi: “Bu kitap Kur’ân’a muhalefet etmektedir. 0 da: Kur’ân’ın tamamı şirk doludur’ dedi. Asıl tevhid ancak bizim şu sözümüzdedir.” dedi... Yani; Kur’ân’ın rabb ile kul arasını ayırdığını kastediyor. Onlara göre tevhidin hakikati, Rabbin kulun ta kendisidir... Bunun üzerine başka birisi de dedi ki: Öyleyse benim eşimle kızım arasında ne fark olabilir ki?” o da zaten fark yok ki! Fakat şu (hakka ulaşmaktan) engelli(!) kimseler haram derler. Ama biz ise: Evet! Size haramdır!” diyoruz.
Bu kimselerin sözleri hakkında küfürdür denildiğinde bu ifade onların hallerini belirtmez. Çünkü [onlara göre] küfür kavramı, altında farklı çeşitler barındıran bir cinstir. Hatta her kâfirin küfrü onların küfründen bir parçadır. Bundan dolayı şunların liderlerinden birisine Sen Nusayrisin denildiğinde: Nusayr benden bir parçadır cevabını vermişti. Abdullah b. Mübarek (Rahmetullahi Aleyh) de şöyle derdi: Bizler Yahudilerle Hristiyanların sözlerini anlatabiliyoruz. Ancak Cehmiyye’nin sözlerini anlatmaya dilimiz varmıyor! ” İşte bunlar, şu Cehmiyyelerden daha berbattırlar. Çünkü onların vardıkları son nokta, Allah’ın her yerde olduğunu söylemeleriydi. Bunların sözleri ise, Allah her yerin varlığıdır şeklindedir. Onlara göre, biri hall (hulûl eden) diğeri de mahall (hulûlun gerçekleştiği yer) olan iki tane mevcut varlık yoktur.
Bundan dolayı da dediler ki: “Âdem (Aleyhisselâm)’ın, insan olarak isimlendirilmesinin sebebi, Hakk Teâlâ için kendisiyle görme melekesinin sağlandığı gözün göz bebeği mertebesinde olmasından dolayıdır.” Müslümanlar, Yahudiler ve Hristiyanlar; insanlardan herhangi birisi hakkında Allah’ın bir parçasını olduğunu söyleyenlerin bütün dinlerde kâfir olduğunu dinde zaruri olarak kabul etmişlerdir. Çünkü Hristiyanlar, her ne kadar sözleri küfrün en büyüklerinden olsa da bunu söylememiştir. Onlardan hiçbirisi, ne yaratılmışların aynısının yaratıcının parçası olduğunu, ne yaratıcının mahlûk olduğunu ne de münezzeh olan hakkın müşebbeh olan yaratılmış olduğunu ifade etmemiştir.
________________________________________________________________________________________________________________________________
213 İsra, 17/23.
214 Naziat, 79/24.
215 Taha, 20/72.
216 Mücessime ve Müşebbihe, İslâm ümmeti arasında çıkmış sapık fırkalardan olup Mücessime Allah’a cisim isnad eden Müşebbihe ise Allah’ın zâtını ve sıfatlarını, insanlara ve sıfatlarına benzeten bir gruptur. (Abdulkadir el-Bağdadi, Mezhepler Arasındaki Farklar, s. 202)
217 Maide, 5/17, 72.