“Bu sure ‘Musîra (döküp saçan)’dır. Zira münafıkların bütün rezilliklerini döküp saçmaktadır.”[12]
İbnu Abbâs Radıyallâhu Anh’dan rivayete göre şöyle demiştir:
هِيَ الْمُبَعْثِرَةُ.
“Bu sure ‘Mub’asira (deşip dışa atan)’dır.”
Ba’sere (deşip dışa atma) ve İsâre (döküp saçma) manaen yakındır.
İbnu Ömer Radıyallâhu Anh’dan rivayete göre şöyle demiştir:
أَنَّهَا المقشقشة. لِأَنَّهَا تُبْرِئُ مِنْ مَرَضِ النِّفَاقِ.
“Bu sure ‘Mukaşkişe’dir. Zira o, nifak hastalığından arındırır.”[13]
Hastalıktan arındığında “tekaşkaşe” denilir.
El-Asma’î şöyle dedi:
وَكَانَ يُقَالُ لِسُورَتَيْ الْإِخْلَاصِ: المقشقشتان؛ لِأَنَّهُمَا يُبَرِّئَانِ مِنْ النِّفَاقِ.
“İki İhlâs suresine (Kâfirûn ve İhlas surelerine) ‘el-Mukaşkişatan’ denilirdi. Zira ikisi de nifaktan arındırırdı.”[14]
Bu sure, Nebî Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’in katıldığı son savaşta, Tebûk Gazvesinde, hicretin dokuzuncu yılında nazil olmuştur. İslam izzetlenmişti ve üstün kılınmıştı. Allâh münafıkların durumlarını ise bu savaşta ortaya çıkarmıştır. Bu surede onları korkaklık ve cihadı terk etmekle vasıflandırmıştır. Yine onları Allâh yolunda infakta cimrilikle ve mal hususunda pinti olmakla vasıflandırmıştır. Bu ikisi çok büyük hastalıklardır: Korkaklık ve cimrilik. Nebî Sallallâhu Aleyhi ve Sellem şöyle dedi:
«شَرُّ مَا فِي الْمَرْءِ شُحٌّ هَالِعٌ وَجُبْنٌ خَالِعٌ.»
“Kişideki en şerli (iki vasıf) kendisinde endişe verici bir pintilik ve sınırsız bir korkaklıktır.”[15]
Bu, sahih bir hadistir.
Bu sebeple bu iki hastalık, ateşe girmeyi gerektiren büyük günahlar kapsamından olabilir. Nitekim Allâhu Teâlâ’nın şu buyruğu buna delalet etmektedir:
﴿وَلاَ يَحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَبْخَلُونَ بِمَا آتَاهُمُ اللّٰهُ مِنْ فَضْلِهِ هُوَ خَيْرًا لَهُمْ بَلْ هُوَ شَرٌّ لَهُمْ.﴾
“Allâh’ın kendilerine fazlından verdiği şeylerde cimrilik edenler, bunu kendileri için hayırlı sanmasınlar, aksine bu onlar için şerdir…” (Âl-i İmrân 3/180)
Allâhu Teâlâ yine şöyle buyurmaktadır:
﴿وَمَنْ يُوَلِّهِمْ يَوْمَئِذٍ دُبُرَهُ إِلاَّ مُتَحَرِّفًا لِقِتَالٍ أَوْ مُتَحَيِّزًا إِلَى فِئَةٍ فَقَدْ بَاءَ بِغَضَبٍ مِنَ اللهِ وَمَأْوَاهُ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ.﴾
“Kim o gün, savaşmak için bir yana çekilmek ya da diğer bir gruba katılmak gibi durumlar hâricinde kâfirlere arkasını dönerse (kaçarsa) Allâh’ın gazabına uğrar. Onun varacağı yer de cehennemdir. Ne kötü varılacak yerdir orası!” (el-Enfâl 8/16)
Allâhu Teâlâ’nın onları korkak ve dehşete düşmüş olarak vasfetmesine gelince; Allâhu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
﴿وَيَحْلِفُونَ بِاللهِ إِنَّهُمْ لَمِنْكُمْ وَمَا هُمْ مِنْكُمْ وَلٰكِنَّهُمْ قَوْمٌ يَفْرَقُونَ ۞ لَوْ يَجِدُونَ مَلْجَأً أَوْ مَغَارَاتٍ أَوْ مُدَّخَلاً لَوَلَّوْا إِلَيْهِ وَهُمْ يَجْمَحُونَ.﴾
“Gerçekten sizden olduklarına dair Allâh’a yemin ederler. Oysa onlar sizden değillerdir. Aksine onlar ödleri kopan (korkak) bir topluluktur. Eğer onlar bir sığınak veya (gizlenecek) mağaralar yahut girilecek bir yer (delik) bulsalardı oraya kaçarlardı hem de koşarak.” (et-Tevbe 9/56–57)
Böylece Allâh Subhânehu, onlar mümin olduklarına yemin etseler bile onların müminlerden olmadıklarını haber vermektedir. Ama onların düşman sebebiyle dehşete düşmüş olduklarını haber vermektedir.
Bundan dolayı ﴾لَوْ يَجِدُونَ مَلْجَأً.﴿ “Eğer onlar bir sığınak bulsalardı…” (et-Tevbe 9/57) Yani, cihadı terk eden kimselerin kaçtığı kale ve sığınak yerlere sığınırlardı;
﴾أَوْ مَغَارَاتٍ.﴿ “…veya (gizlenecek) mağaralar…” (et-Tevbe 9/57) Mağârât, mağara kelimesinin cemi sigasıdır. Mağaraların bu isimle isimlendirilmesinin sebebi mağaranın içerisine giren kişinin içerisine girdiğinden, yani suyun çekildiği gibi saklanmasından dolayıdır;
﴾أَوْ مُدَّخَلاً.﴿ “…yahut girilecek bir yer (delik)…” (et-Tevbe 9/57) Yani bu, ya girişinin darlığından dolayı ya da başka bir sebepten dolayı içine girmenin insanı uğraştıracağı yerdir. İçerisine girecekleri bir yer manasındadır. Velev ki içerisine girmek, meşakkat ve sıkıntı çekerek olsa da;
﴾لَوَلَّوْا إِلَيْهِ.﴿ “…oraya kaçarlardı… (et-Tevbe 9/57) Yani, cihattan (oraya kaçarlardı);
﴾وَهُمْ يَجْمَحُونَ.﴿ “…hem de koşarak.” (et-Tevbe 9/57) Yani, kendilerini hiçbir şeyin geri çeviremeyeceği bir koşmayla koşarlardı. Tıpkı yük yüklendiği zaman dizginin onu geri çeviremediği koşan at gibi.
İşte bu, bizim bu hadisemizde ve bundan önceki hadiselerde ve sonralarında pek çok kimsenin durumuna mutabık bir vasıftır.
Allâhu Teâlâ yine Muhammed Sallallâhu Aleyhi ve Sellem Suresinde şöyle buyurmaktadır:
﴿فَإِذَا أُنْزِلَتْ سُورَةٌ مُحْكَمَةٌ وَذُكِرَ فِيهَا الْقِتَالُ رَأَيْتَ الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ يَنْظُرُونَ إلَيْكَ نَظَرَ الْمَغْشِيِّ عَلَيْهِ مِنَ الْمَوْتِ فَأَوْلَى لَهُمْ.﴾
“Fakat hükmü apaçık bir sure indirilip de onda savaştan söz edilince; kalplerinde hastalık olanların, ölüm baygınlığına girmiş kimsenin bakışı gibi sana baktıklarını görürsün. O da onlara pek yakındır.” (Muhammed 47/20)
Yani onlar uzak olsun!
﴿طَاعَةٌ وَقَوْلٌ مَعْرُوفٌ فَإِذَا عَزَمَ الْأَمْرُ فَلَوْ صَدَقُوا اللّٰهَ لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ.﴾
“İtaat ve güzel bir söz onlar için daha hayırlıdır. İş ciddileşince Allâh’a verdikleri söze bağlı kalsalardı, elbette kendileri için daha iyi olurdu.” (Muhammed 47/21)
Allâhu Teâlâ yine şöyle buyurmaktadır:
﴿إنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ آمَنُوا بِاللهِ وَرَسُولِهِ ثُمَّ لَمْ يَرْتَابُوا وَجَاهَدُوا بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنْفُسِهِمْ فِي سَبِيلِ اللهِ أُولٰئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ.﴾
“Müminler ancak o kimselerdir ki; onlar, Allâh’a ve Rasûlü’ne iman edip hiç şüphe etmeyen ve Allâh yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenlerdir. İşte sadıklar (doğrular) onlardır.” (el-Hucurât 49/15)
Allâhu Teâlâ müminleri, iman eden ve cihat eden kimselerle sınırlandırmıştır. Ve Allâhu Teâlâ yine şöyle buyurmaktadır:
﴿لاَ يَسْتَأْذِنُكَ الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ أَن يُجَاهِدُواْ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ وَاللّٰهُ عَلِيمٌ بِالْمُتَّقِينَ ۞ إِنَّمَا يَسْتَأْذِنُكَ الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَارْتَابَتْ قُلُوبُهُمْ فَهُمْ فِي رَيْبِهِمْ يَتَرَدَّدُونَ.﴾
“Allâh’a ve Ahiret Günü’ne iman edenler, Allâh yolunda malları ve canlarıyla cihad etme hususunda senden izin istemezler. Senden izin isteyenler ancak Allâh’a ve Ahiret Günü’ne inanmayan ve kalpleri şüpheye düşmüş, şüpheleri içinde bocalayan kimselerdir.” (et-Tevbe 9/44-45)
İşte bu, mümin bir kimsenin cihadı terk etmek için Rasûl Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’den izin istemeyeceğine dair Allâh’tan bir haberdir. Bu hususta Rasûl Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’den izin isteyenler ise ancak Allâh’a iman etmeyen kimselerdir. Bu böyleyse hiç izin istemeden cihadı terk edenin durumu nasıldır?
Kur’ân üzerinde tedebbür eden bir kimse, bu buyrukların benzerlerinin bu anlam üzerinde birbirlerini teyit ettiklerini görecektir.
Allâhu Teâlâ onları cimrilikle vasfederek şöyle buyurmaktadır:
﴿وَمَا مَنَعَهُمْ أَن تُقْبَلَ مِنْهُمْ نَفَقَاتُهُمْ إِلاَّ أَنَّهُمْ كَفَرُواْ بِاللّٰهِ وَبِرَسُولِهِ وَلاَ يَأْتُونَ الصَّلاَةَ إِلاَّ وَهُمْ كُسَالَى وَلاَ يُنفِقُونَ إِلاَّ وَهُمْ كَارِهُونَ.﴾
“Verdiklerinin kabul olunmasına engel olan şey; Allâh ve Rasûlü’nü inkâr etmeleri, namaza üşenerek kalkmaları ve (mallarından) ancak istemeye istemeye infak etmeleridir.” (et-Tevbe 9/54)
Bu, istemeye istemeye infak eden kimsenin durumudur. İnfak etmeyi baştan terk eden (hiç infak etmeyen) kimsenin durumu nasıl olur?
Allâhu Teâlâ yine şöyle buyurmuştur:
﴿وَمِنْهُمْ مَنْ يَلْمِزُكَ فِي الصَّدَقَاتِ فَإِنْ أُعْطُوا مِنْهَا رَضُوا وَإِنْ لَمْ يُعْطَوْا مِنْهَا إذَا هُمْ يَسْخَطُونَ.﴾
“İçlerinden sadakalar konusunda sana dil uzatanlar da var. Kendilerine ondan bir pay verilirse, hoşnut olurlar; eğer kendilerine ondan bir pay verilmezse, hemen kızarlar.” (et-Tevbe 9/58)
Allâhu Teâlâ yine şöyle buyurmuştur:
﴿وَمِنْهُمْ مَنْ عَاهَدَ اللّٰهَ لَئِنْ آتَانَا مِنْ فَضْلِهِ لَنَصَّدَّقَنَّ وَلَنَكُونَنَّ مِنَ الصَّالِحِينَ ۞ فَلَمَّا آتَاهُمْ مِنْ فَضْلِهِ بَخِلُوا بِهِ وَتَوَلَّوْا وَهُمْ مُعْرِضُونَ.﴾
“İçlerinden, ‘Eğer Allâh bize lütuf ve kereminden verirse, mutlaka bol bol sadaka veririz ve mutlaka salihlerden oluruz’ diye Allâh’a söz verenler de vardır. Fakat Allâh, lütuf ve kereminden onlara verince, onda cimrilik ettiler ve yüz çevirerek dönüp gittiler.” (et-Tevbe 9/75-76)
İbnu Teymiyye Rahimehullâh devamla şöyle demektedir:
Nitekim Allâhu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
﴿بِأَلْسِنَةٍ حِدَادٍ أَشِحَّةً عَلَى الْخَيْرِ.﴾
“…ganimete karşı aşırı düşkünlük göstererek sizi keskin dillerle (incitirler)…” (el-Ahzâb 33/19)
Burada geçen keskin dillerle incitmek, farklı şekillerle olur:
Münafıklar, müminler için bazen şöyle derlerdi:
“İşte bu sizin uğursuzluğunuz yüzünden başımıza gelmiştir. Sizler hiç kuşkusuz insanları bu dine davet ettiniz. Bu din için savaşıp onlara muhalefet ettiniz.”
Bu münafıkların, sahabeden oluşan müminler için söyledikleri şeydi.
Bazen de şöyle söylemektedirler:
“Sizler, bize şurada durmayı işaret ettiniz ve bu vakte kadar düşman saldırısından korkulan korumasız yere doğru sebat ettiniz, ancak biz bundan önce sefere çıkmış olsaydık bize bu isabet etmezdi.”
Bazen de şöyle demektedirler:
“Sizler azlığınız ve zayıflığınıza rağmen düşmanlarınızı dağıtmak istiyorsunuz. Sizi dininiz aldattı.”
Nitekim Allâhu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
﴿إذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ غَرَّ هَؤُلَاءِ دِينُهُمْ وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ فَإِنَّ اللّٰهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ.﴾
“Hani münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunan kimseler, ‘Bunları dinleri aldatmış’ diyorlardı. Hâlbuki kim Allâh’a tevekkül ederse, hiç şüphesiz Allâh mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (el-Enfâl 8/49)
Bazen de şöyle derler:
“Sizler akılsız mecnunlarsınız, kendinizi ve beraberinizdeki insanları da helak etmek istiyorsunuz.”
Bazen de buna benzer çeşitli çok kötü (aşağılayıcı, incitici) kelimeler söylerlerdi.
İbnu Teymiyye Rahimehullâh devamla şöyle demektedir:
Daha sonra Allâhu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
﴿يَحْسَبُونَ الأَحْزَابَ لَمْ يَذْهَبُوا وَإِنْ يَأْتِ الأَحْزَابُ يَوَدُّوا لَوْ أَنَّهُمْ بَادُونَ فِي الْأَعْرَابِ يَسْأَلُونَ عَنْ أَنْبَائِكُمْ وَلَوْ كَانُوا فِيكُمْ مَا قَاتَلُوا إِلاَّ قَلِيلاً.﴾
“Bunlar, düşman birliklerinin gitmediklerini sanıyorlar. Eğer, birlikler yeniden gelse bedevîlerin arasına kaçıp sizinle ilgili haberleri onlardan sormak isterler. Zaten sizin içinizde olsalar bile ancak çok az savaşırlardı.” (el-Ahzâb 33/20)
Allâh Tebâreke ve Teâlâ onları şu üç vasıfla vasıflandırmıştır.
Birinci Vasıf: Onlar, -aşırı korkuları sebebiyle- birliklerin beldeden gitmediklerini zannediyorlardı. Bu durum kalbinde hastalık bulunan korkak kimsenin hâlidir. Çünkü böyle kimselerin kalbi, korkutucu haberi tasdik etmeye, güven haberini ise tekzip etmeye meyyaldir.
İkinci Vasıf: Birlikler geldiği zaman, sizin aranızda bulunmamayı, bilakis çölde bedevîlerin arasında bulunup “Medine’den ne haber var, insanların başına gelen nedir?” diye sizin haberlerinizi sormayı temenni ederler.
Ve Üçüncü Vasıf: Birlikler geldiği zaman, onlar da sizin aranızda bulunacak olurlarsa çok az savaşırlar.
Bu üç vasıf, kendilerinin de onlardan gelen haberlerden de bilindiği gibi bu gazvede ki insanların çoğuna uymaktadır.