İKRAH MESELESİYLE İLGİLİ NASSLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ
Hapsin ikrah oluşuyla alakalı bu değerlendirmelerden sonra ikrah meselesiyle doğrudan veya dolaylı olarak alakalı olan nassların; ayet ve hadislerin kısa bir değerlendirmesini yapmak istiyoruz. Bu surette konunun daha iyi anlaşılacağı kanaatindeyiz. Bu başlık altında daha çok küfür meselesinde ikraha delalet eden nassları ele almayı düşünüyoruz. Zina, nikah, talak vb. meselelerdeki ikraha değinmeyeceğiz.
Kur’anı Kerim’de küfür söz söylemeye ruhsat veren ikraha doğrudan işaret eden tek ayet “Nahl 16/106” Ayet-i Kerimesidir. Aşağıda bu Ayet-i Kerimeyi geniş olarak ele alacağız İnşaAllah. Önce küfürdeki ikraha yani takiyye ruhsatına dolaylı olarak değinen ayetleri kısaca zikredelim:
İmam Buhari “Sahih”’de ikrah konusuyla ilgili açtığı mustakil bölümde yani Kitabul İkrahta adeti olduğu üzere hadislerden önce konuyla ilgili ayetleri zikretmiştir. Bu konuyla alakalı 4 tane Ayet-i Kerime kaydetmiştir. Bunların 1.’si “Nahl 16/106” Ayet-i Kerimesidir. Bu ayette şöyle buyrulmaktadır:
{إِلَّا مَنْ أُكْرِهَ وَقَلْبُهُ مُطْمَئِنٌّ بِالإِيمَانِ وَلَكِنْ مَنْ شَرَحَ بِالكُفْرِ صَدْرًا فَعَلَيْهِمْ غَضَبٌ مِنَ اللَّهِ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ}
“Ancak kalbi imanla mutmain olduğu halde ikraha tabi tutulanlar müstesna…Her kim de kalbini küfre açarsa işte ona Allahtan bir gazab ve büyük bir azab vardır”
Bu ayet hakkında daha sonra geniş bilgi verilecektir. Zikrettiği 2. Ayet “Takiyye” Ayeti olarak bilinen “Al-i İmran 3/28” Ayeti kerimesidir. Bu ayette Allah Teala kafirlerle velayet, dostluk kurmayı nehyettikten sonra şöyle buyurmaktadır:
{إِلَّا أَنْ تَتَّقُوا مِنْهُمْ تُقَاةً}
“Ancak onlardan gelecek bir tehlikeden sakınmanız hali müstesna ” (…)
İmam Buhari bu ayeti zikrettikten sonra وَهِيَ تَقِيَّةٌ diyerek bu ayette bahsedilen şeyin takiyye yani kendini gizlemek olduğunu söylemiştir. Müfessirlerin birçoğu bu ayette geçen “Onlardan sakınmanız müstesna” bölümünü “Nahl 16/106”da geçen “Zorlananlar müstesna” kavliyle eş değer görmüşlerdir. Yani bu Ayette geçen takiyye, ikrah halinde kişinin imanını gizleyip zahiren küfrü açığa vurmasını ifade eder. Sahih takiyye budur. Günümüzde bazılarının iddia ettiği gibi geçerli bir ikrah olmadan küfür söz ve ameller yapmak ise ancak batıl takiyye anlayışına misal olabilir. Takiyye ve istiz’af (mustazaflık, çaresizlik) kelimeleri her ikisi de alimler nezdinde insanın iradesinin ortadan kalkması anlamına gelen “ikrah” manasında kullanılır.
Ancak maalesef bir çok şeri kavramda olduğu gibi bu iki kavramda da zamanla anlam kayması yaşanmış ve bilhassa Rafızi Şiilerin etkisiyle bu kelimeler ikrah hali olmasa bile çeşitli siyasi maksatlarla fikirlerini gizleme manasında kullanılmaya başlanmıştır. Zira ehlince malum olduğu üzere Şiiler hilafetin Ali r.a’ın hakkı olduğunu ancak haşa ilk üç halife tarafından bu hakkın gaspedildiğini iddia ederler. Ali (radiyallahu anh)’ın hakkının gaspedilmesine (!) ses çıkarmamasını ise “takiyye” yapması ile izah ederler. Bu yüzden Şia’da takiyye konusu dinin esaslarından birisi olarak addedilmiş ve Ehli sünnetin baskısı altında yaşayan Şiilere asıl itikadlarını gizleyerek kendisini Sünni gibi gösterme ruhsatı tanınmıştır. Bilhassa h. 1400 tarihindeki Humeyni devriminden sonra birçok Sünni geçinen İslamcı grup Şia düşüncesinden etkilenmiş ve Şia’nın yalan ve hilekarlıktan ibaret olan bu takiyye anlayışını muhaliflerine karşı uygulamaya başlamışlar ve takiyye deyince de siyasi maslahatlar için itikadını gizlemeyi anlamaya başlamışlardır. Günümüzdeki batıl fırkalar Şia’nın kendileri gibi düşünmeyen İslam fırkalarına karşı uyguladığı batıl takiyye anlayışını daha da ileri götürerek –belki geçmişteki Şiilerin dahi cevaz vermediği- kafirlere karşı da takiyye yapmaya, onların dinlerini tasdik edermiş gibi gözükmeye başlamışlardır. Bu ise ikrah halinde yapılmadığı takdirde bütün İslam ehline göre küfür olan bir şeydir. Halbuki Ehli sünnete göre takiyye yani kişinin akidesini gizleyerek muhalifler gibi gözükmesi ancak ikrah dediğimiz hakiki zorlama (ölüm, sakat kalma vb bir tehlike) halinde tanınmış bir ruhsattır.
İmam Buhari de aynı şekilde ikrah başlığı altında takiyye ile alakalı ayeti zikretmiştir ki ilimden en ufak bir nasibi olan herkes, alimler nezdinde takiyyenin ikrahla eş anlamlı olarak kullanıldığını bilir. Biz buna dair ilave birkaç misal daha vermek istiyoruz.
- Ebu Hanife (ra)’ın “el Alim vel Muteallim” eserindeki şu ifadesi:
ويُظهر الكفر بلسانه في حال التُّقية، أي في حال الإكراه
“…Kimisi de vardır ki takiyye yani ikrah halinde diliyle küfür izhar eder”
- Necd alimlerinin risalelerini ihtiva eden Ed-Durer’us Seniyye’de (8/301) geçen şu ifade:
ولما نهى الله عن موالاة أعدائه من الكفار والمشركين، وأباح التقية مع الإكراه
“Allah, kafirlerden olan düşmanlarını dost edinmeyi yasaklayıp ikrah halinde takiyye yapmaya da ruhsat verince…
Endülüs’lü müfessir İbn Atiyye’nin Ali İmran 28 ayetinin tefsirinde kullandığı şu ifadeler:
وأما بأي شيء تكون التقية ويترتب حكمها فذلك بخوف القتل وبالخوف على الجوارح وبالضرب بالسوط وبسائر التعذيب، فإذا فعل بالإنسان شيء من هذا أو خافه خوفا متمكنا فهو مكره وله حكم التقية
“Takiyye ne ile gerçekleşir ve hükmü uygulanır konusuna gelince; bu öldürme, kişinin organlarına yönelik bir korku, kamçı darbesi vb yollarla işkence görme gibi durumlarda sözkonusu olur. İnsana bu şeylerden birisi yapılırsa veya imkan dairesinde olan bir korkuyla bunların gerçekleşmesinden korkarsa işte o kimse ikrah halinde sayılır ve o kişi hakkında takiyye hükmü geçerli olur…”
Açıkça görüldüğü üzere alimlerin nezdinde takiyye, ikrah ile aynı manada kullanılmıştır.]
Buhari’nin zikrettiği 3. Ayet “Nisa 4/97-99” Ayetleridir. Bu ayetlerde Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır:
إِنَّ الَّذِينَ تَوَفَّاهُمُ الْمَلَائِكَةُ ظَالِمِي أَنْفُسِهِمْ قَالُوا فِيمَ كُنْتُمْ قَالُوا كُنَّا مُسْتَضْعَفِينَ فِي الْأَرْضِ قَالُوا أَلَمْ تَكُنْ أَرْضُ اللَّهِ وَاسِعَةً فَتُهَاجِرُوا فِيهَا فَأُولَئِكَ مَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَسَاءَتْ مَصِيرًا (97) إِلَّا الْمُسْتَضْعَفِينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَاءِ وَالْوِلْدَانِ لَا يَسْتَطِيعُونَ حِيلَةً وَلَا يَهْتَدُونَ سَبِيلًا (98) فَأُولَئِكَ عَسَى اللَّهُ أَنْ يَعْفُوَ عَنْهُمْ وَكَانَ اللَّهُ عَفُوًّا غَفُورًا (99)
“Kendilerine yazık eden kimselere melekler canlarını alırken ne işte idiniz? dediler. Bunlar ise ‘Biz yeryüzünde muztazaflardık (Çaresiz kimselerdik)’ diye cevap verdiler. Melekler de ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi, hicret etseydiniz ya!?’ dediler. İşte onların barınağı cehennemdir. O ne bir kötü dönüş yeridir! Ancak erkek, kadın ve çocuklardan (gerçekten) aciz olup da hiçbir çareye gücü yetmeyip hiç bir yol bulamayanlar bundan müstesnadır. İşte umulur ki Allah bunları affeder. Allah çok affedici çok bağışlayıcıdır.”
Buhari’nin zikretmiş olduğu 4. Ayet ise “ Nisa 4/75” Ayet-i Kerimesidir:
وَمَا لَكُمْ لَا تُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَالْمُسْتَضْعَفِينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَاءِ وَالْوِلْدَانِ الَّذِينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا أَخْرِجْنَا مِنْ هَذِهِ الْقَرْيَةِ الظَّالِمِ أَهْلُهَا وَاجْعَلْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ وَلِيًّا وَاجْعَلْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ نَصِيرًا
“Size ne oldu da Allah yolunda ve de Rabbimiz bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize katından bir sahip çıkacak kimse ve yine katından bir yardımcı gönder, diyen zavallı (mustazaf) erkek, kadın ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz.”
Bu Nisa süresindeki ayetlerde geçen istiz’af yani çaresizlik, mustazaflık kavramı da ikrah haline benzemektedir ve onun dengidir, tabi ki hakiki mustazafların yanı sıra mustazaf olmadığı halde kendisini mustazafmış gibi gösterenler de vardır ki “Nisa 4/97” ayetinde kınananlar bunlardır. Bunlar da malum olduğu üzere hicret etme imkanı olduğu halde Medine’ye hicret etmeyip ondan sonra Bedir’de müşriklerin safında savaşa katılmak zorunda kalan kimselerdir.
Buhari (radiyallahu anh) bu Ayet-i Kerimeleri zikrettikten sonra şöyle demektedir:
فَعَذَرَ اللَّهُ المُسْتَضْعَفِينَ الَّذِينَ لاَ يَمْتَنِعُونَ مِنْ تَرْكِ مَا أَمَرَ اللَّهُ بِهِ، وَالمُكْرَهُ لاَ يَكُونُ إِلَّا مُسْتَضْعَفًا، غَيْرَ مُمْتَنِعٍ مِنْ فِعْلِ مَا أُمِرَ بِهِ
“Allah, kendisinin emrettiği şeyi terk etmekten kaçınamayan kimseleri mazur saymıştır. İkraha tabi tutulan kimse ise mustazaftan yani kendisine emredilen şeyi yapmaktan kaçınamayan zavallı ve aciz bir kimseden başkası değildir. Onu tehdid eden, yaptığı tehdidi yerine getirmeye kudreti olan bir kimsedir.”
Şarih (İbni Hacer) Buhari’nin bu sözünü açıklarken şunları söylemektedir:
فَعَذَرَ اللَّهُ الْمُسْتَضْعَفِينَ الَّذِينَ لَا يَمْتَنِعُونَ مِنْ تَرْكِ مَا أَمَرَ اللَّهُ بِهِ يَعْنِي إِلَّا إِذَا غُلِبُوا قَالَ وَالْمُكْرَهُ لَا يَكُونُ إِلَّا مُسْتَضْعَفًا غَيْرَ مُمْتَنِعٍ مِنْ فِعْلِ مَا أَمَرَهُ بِهِ أَيْ مَا يَأْمُرُهُ بِهِ مَنْ لَهُ قُدْرَةٌ عَلَى إِيقَاعِ الشَّرِّ بِهِ أَيْ لِأَنَّهُ لَا يَقْدِرُ عَلَى الِامْتِنَاعِ مِنَ التَّرْكِ كَمَا لَا يَقْدِرُ الْمُكْرَهُ عَلَى الِامْتِنَاعِ مِنَ الْفِعْلِ فَهُوَ فِي حُكْمِ الْمُكْرَهِ
“Allah, kendisinin emrettiği şeyi terk etmekten kaçınamayan kimseleri mazur saymıştır.”
Yani onlar ancak mağlup olduklarında mazurdurlar.
“İkraha tabi tutulan kimse kendisine emredilen şeyi yapmaktan kaçınamayan zavallı ve aciz bir kimseden başkası değildir.”
Yani yaptığı tehdidi yerine getirmeye kudreti olan bir kimsenin emrettiği şeyi yapmaktan kaçınamayan kimsedir. Yani o, kendisinden istenilen fiili yapmamazlık edemez, tıpkı zorlama altındaki kimsenin, kendisinden istenilen fiilden kaçınamadığı gibi, netice olarak mustazaf yani zayıf ve aciz kimseler mükreh yani zorlanan kimse ile aynı hükme tabidir.”(Feth’ul Bari, 12/314, Türkçesi için bkz. 13/544)
Görüldüğü gibi İbn Hacer, Buhariye tabi olarak mustazaf ve mükrehin Şer’i manasının aynı olduğunu ifade ettikten sonra mustazaflık yani ikrah halini kişinin içinde bulunduğu tam bir çaresizlik hali olarak vasıflandırır. Yani bunlar öyle kimselerdir ki Ayet-i Kerimede ifade edildiği gibi: [gerçekten aciz olup hiçbir çareye güç yetiremeyenler, hiç bir yol bulamayanlar...] (Nisa 4/98) Hiçbir hileye, çözüm yoluna kaçış çaresine gücü yetmeyen kimselerdir. Ayette bahsedilen kimseler hicret için hiçbir imkanı olmayan kapana kısılmış kimselerdir. Genel hüküm olarak da, muteber ikrah, kişinin kendisine dayatılan küfür veya haramı işlemekten başka hiçbir çaresi olmadığı durumda sözkonusudur. Nasıl ki hicret farz olduğu halde bu farzı yerine getirmek için bir yol bulamayan kimseler mazur addediliyorsa aynı şekilde de kişi küfürden ve haramdan kaçınmak istediği halde ve de bunun için her yolu denediği halde kafirler tarafından tam bir kuşatma altında tutuluyor ve küfür izhar etmeyi reddettiği zaman canına veya bedenine gelecek kalıcı bir zarardan çekiniyorsa işte böyle çaresiz kimseler şer’an muteber bir ikrah altındadır. Bunun haricinde kendilerini ikrah altında sayan kişiler tıpkı Nisa 97. ayetin nuzul sebebi olan kimseler gibi ancak kendilerini kandırmış olurlar. Eğer kişi tamamen çaresiz değilse az veya çok ihtimalle kafirlerin tehdidlerinden sıyrılma ve küfür sözü ve fiileri yapmama imkanına sahip ise ikrah altında değildir.
Kurtubi (radiyallahu anh) ise bu ayetin tefsiri sadedinde şunları zikrediyor:
كُنَّا مُسْتَضْعَفِينَ فِي الْأَرْضِ يَعْنِي مَكَّةَ، اعْتِذَارٌ غَيْرُ صَحِيحٍ، إِذْ كَانُوا يَسْتَطِيعُونَ الْحِيَلَ وَيَهْتَدُونَ السَّبِيلَ
“Onların, biz yeryüzünde yani Mekke’de mustazaf kimselerdik şeklindeki sözleri geçerli olmayan bir özürdür. Zira bunlar, hicret etmeye bir çare ve yol bulabiliyorlardı...” (İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkamil Kuran 5/346 Türkçesi için bkz. 5/421)
Kurtubi’nin sözleri de aynı şekilde kendisine dayatılan küfür veya haram fiilden kaçış yolu bulabilen kimsenin mustazaf yani ikrah halinde sayılmayacağına işaret etmektedir. Şu halde alimler nezdinde mustazaf kavramının mükreh yani ikrah halindeki kişi manasında kullanıldığı bellidir. Hamd bin Atik (rh.a)’ın “Sebil’un Necat” adlı eserinde dediği gibi:
والمقصود منه بيان مسألة الإستضعاف وأن المستضعف هو الذي لا يستطيع حيلة ولا يهتدي سبيلا وهو مع ذلك يقول: {ربنا أخرجنا من هذه القرية الظالم أهلها واجعل لنا من لدنك وليا واجعل لنا من لدنك نصيرا} وبيان أن الذي يعتذر بوطنه أو عشيرته أو ماله ويدعي أنه يكون بذلك مستضعفا، كاذبا في دعواه وعذره غير مقبول عند الله تعالى ولا عند رسوله ولا عند أهل العلم بشريعة الله.
“"Mustaz'af" : gerçekten çaresiz kalıp bir yol bulamayan ve: "Rabbimiz! Halkı zalim olan bu şehirden bizi çıkar. Bize katından bir sahip ve yardımcı gönder" (Nisa: 4/75) diye yakaranlardır. Vatanını, yakınlarını ve malını mazeret gösterenlere gelince; bunların geçerli hiçbir mazereti yoktur. Bunların kendilerini mustaz'af kabul etmeleri boş bir kuruntudan ibarettir. Mazeretleri Allah-u Teâlâ ve Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem katında ve de Allah-u Teâlâ'nın şeriatini gereğince bilen ilim ehli nezdinde geçerli değildir.” (Mecmuat’ut Tevhid, 371)
Böylece anlaşılmaktadır ki çaresiz ve aciz olmadığı halde malına, yakınlarına veya nefsine gelmesi sadece ihtimal dahilinde olan bir takım varsayım kabilinden tehditleri mazeret göstererek küfür ameller işleyenler şeriat nezdinde geçerli özre sahip ikrah altındaki mustazaf kimseler değildir. Ve bu halleriyle de kafir olmaktan kurtulamazlar.