2.Şüphe: “Yazı ve imzanın söz hükmünde olup olmadığı alimler arasında ihtilaflıdır”
Bu şüphecilerden birisi olan Alaeddin Palevi, “Mühim Soruların Cevabı” adlı kitabında şöyle demektedir:
“İkrah hali olmaksızın küfür kelimelerini telaffuz eden bir kimse kâfir olur. Bu konuda ümmet arasında icma vardır. Dolayısı ile Müslüman bir kimsenin birkaç kuruşluk dünya menfaati uğruna küfre girmesi düşünülemez. Bununla beraber küfür lafzını diliyle söylemeksizin bu maddelerin yazılı olduğu bir metne imza atmak meselesine gelince bu konuda bir ayrıntı mevcuttur. Şöyle ki; İslam alimlerinden bir kısmına göre yazı söz gibi iken bir kısmına göre ise yazı söz gibi değil bilakis sözden kinayedir. Yazı söze benzemez ve burada kişinin niyetine itibar edilir. Buna göre “Yazı söz gibidir” diyen alimlere göre küfür ilke ve inkılaplarının altına imza atan kimse kâfir olurken “Yazı söz gibi değildir bilakis kinayedir” diyen alimlere göre ise bu şekilde bir imza atan kimse kâfir olmaz. Ancak büyük tehlike altındadır. Abdurrahman el-Cezerî yazının söz gibi olup olmadığı konusunda şöyle demektedir:
Hanefiler yazının iki şart dahilinde söz gibi sayılabileceğini söylemişlerdir. Bunlardan ilki yazının sabit olmasıdır. Yani yazı kâğıt ya da tahta gibi bir şey üzerine yazılmalıdır ve okunaklı olmalıdır. Aksi takdirde o yazıya itibar edilmez. Diğer şart ise adresinin belli olması lazımdır. Yani bunu şu kadına yazıyorum şeklinde yazının kime yazıldığı bilinmelidir. Aksi takdirde talak vaki olmaz. Malikiler yazı talaka sebeptir. Kim “Ben karımı boşadım” diye yazarsa boşanmış olur demişlerdir.
Şafiler ise yazı ile boşanmak ancak şu üç şart dâhilinde mümkün olur. Birincisi yazı niyet ile birlikte olmalıdır. Niyet olmaksızın boşanma gerçekleşmez. Zira yazı kinayedir. İkincisi üzerine yazı yazılan şeyin sabit olması (kâğıt gibi) gerekir. Üçüncüsü ise koca bunu kendisi yazmalıdır. Aksi takdirde boşanma vaki olmaz. Hanbeliler ise yazının su üzerine veya havaya olmaksızın sabit bir madde üzerine yazılması halinde boşanmanın gerçekleşeceğini söylemişlerdir. (Ceziri’den alıntı burada bitti)
Dört mezheb arasında yazı noktasında bir ihtilafın olduğu malumdur. Bundan dolayı küfür maddelerinin altına imza atan kişinin bizzat tekfirinden uzak durmak gerekir. Ancak elimizden geldiği kadar böyle metinleri imzalamamak lazımdır. Mutlak surette başka alternatifler aramak gerekir. Böyle bir metni imzalamak ancak alternatif olmadığı zaman zaruret halinde söz konusu olabilir. Zira bazı durumlarda ihtiyaçlar zaruret durumundadır.”
Palevi’nin sözleri burada bitti. Bu şüphe üzerinde iyi fıkh edildiği zaman, bunun da tıpkı Hudeybiye şüphesinde olduğu gibi birçok küfür ve dalalet ihtiva ettiği görülür. Zira bu şüphe sahipleri küfür kelimelerini yazıyla yazmanın dille söylemekten farklı olarak kişiyi insanlar nezdinde de Allah nezdinde de kafir yapmayacağını iddia ederler. Halbuki alimler arasında var olan yazı, söz gibidir mi değil midir ihtilafı, yazı üzerinde tahrifat yapılma ihtimalinden ve buna benzer sebeblerden çıkmıştır. Dolayısıyla alimlerden bir kısmı mahkemede yazının delil alınmayacağını söylerken, birçoğu da yazının delil alınarak (nikah, talak vb) şer’i muamelelerin gerçekleşeceğini söylemiştir. Esasında yazının hukuk nezdinde delil sayılıp sayılmayacağı hususu beşeri hukuk sistemlerinde bile kanun ehlinin çokça tartışıp tafsilata girdiği bir meseledir.
Yazı ve imzanın rıza ifadesi olup olmadığı konusu fıkıhta daha çok nikah, talak ve akidlerle alakalı bablarda geçmiştir. Alimlerin bu meseleyi irtidad ve mürtedin ahkamıyla alakalı nasıl tatbik ettikleriyle alakalı bugüne kadarki araştırmamızda vakıf olduğumuz bir bilgi yoktur. Ancak velev ki tartışıldığını bile farzetsek bu tamamen küfür ibareler yazan bir kağıdın mahkeme önünde kişinin irtidad ettiğine delil sayılıp sayılmayacağıyla alakalı bir şey olur. Küfür ibareler yazan veya imzalayan kişinin Allah katında ve kendi nefsinde küfre girip girmediğine gelince; velev ki bu kişinin küfre girdiği İslam mahkemesi tarafından isbatlanamasa bile böyle bir kimse Allah katında, kendi nefsinde ve onun küfür ibareler yazdığına veya imzaladığına vakıf olan insanlar nezdinde alimlerin icmasıyla kafirdir. Yukarda İbn Hazm, İbn Teymiye ve Süleyman bin Abdillah’dan naklettiğimiz fetvalardan da anlaşılacağı üzere ikrah (zorlama) olmaksızın ve bir yerden nakil ve hikaye yapmaksızın küfür söz söyleyen veya yazan kimse ister bunu şaka isterse de ciddi yapsın, veyahut da dünyevi bir çıkar için yapsın küfre girer, bu husus bütün ümmetin ittifakıyla sabittir. Bu kişi, başkası buna şahitlik etse de etmese de bundan tevbe etmekle mükelleftir. Zira küfür sözlerini yazmak veya imzalamak, mühürlemek gibi fiilleri ancak kalbini küfre açmış, küfürden razı olan, küfre buğzetmeyen birisi yapar. Hiçbir alimden buna muhalif tek bir satır nakledilemez. Bilakis alimler küfür sözler yazarak sihir yapan kimsenin küfründe icma etmişler, keza tarihte meşhur olmuş birçok filozof, tasavvufçu ve kelamcıyı yazdıkları küfür içerikli kitaplardan dolayı tekfir etmişlerdir. İbnu Arabi, İbnu Sina, Farabi vb gibi. Bunlardan bazıları da mesela müfessir ve kelamcı Razi gibi sonradan tevbe etmiştir. Bu hususta Şeyhulislam İbn Teymiyye (rh.a) şöyle demiştir:
“Onlardan (yani kelamcı ve filozoflardan) kimisi müşriklerin dini ve İslâm'dan irtidat hakkında kitaplar tasnif etmiştir. Mesela Razi, yıldızlara ibadet hakkında bir kitap tasnif etmiş bunda, bunun güzellik ve faydalarına dair deliller serdetmiş, insanları buna teşvik etmiştir. İşte bu, bütün Müslümanların ittifakı ile İslâm'dan irtidattır. Her ne kadar sonradan İslâm'a dönmüş olsa da.” (Feteva, 18/53-58)
Esasen aklında ve dininde bir noksanlık olmayan hiç kimse sözlü söylendiği zaman küfrü gerektiren bir ifadenin yazılı olduğunda küfrü gerektirmeyeceğini iddia etmez. Hatta sadece itikadi meselelerde değil, halkın arasındaki gündelik olaylarda bile mesela bir kimseye sözlü olarak sövmekle yazılı olarak sövmenin –işin isbatı haricinde- farklı olduğunu ve yazılı hakarette bulunanın kınanmayacağını iddia eden aklı başında bir kimse yoktur. Mesela, bu şüpheciler diliyle Allah’a ve Rasulune söven bir kimse aynı ifadeleri bir yere yazdığı zaman o kimsenin kafir olmayacağını veya bu kimsenin küfründe ihtilaf olduğunu mu iddia ediyorlar? Bunu avamdan en cahil kimse bile iddia etmez ki bahsettiğimiz şüphecilerin de böyle bir şey diyeceklerini zannetmiyorum. Öyle zannediliyor ki bunlar tıpkı halkın çoğunluğu gibi bu sözleşmelerde geçen –tağutun mahkemesini yetkili kılmak veya laikliğe, demokrasiye bağlı kalmak gibi- ibarelerin küfür oluşunda ve genel anlamda halkın kabul ettiği din anlayışının ötesindeki sahih tevhid inancında şüphe içersindedir. Aslında kendisini tevhide nisbet eden çoğu kimsenin batıl akidelere saplanmasının arkasında atalarının dini ile sonradan kitaplardan öğrendikleri tevhid akidesi arasında bocalamaları ve tevhid akidesi hakkında taşıdıkları şüpheler yatmaktadır. Bu, uzun bir bahistir o yüzden şimdilik akıl sahiplerini uyandıracak kadar işaret etmek yeter. Ancak şurasını iyi anlamak lazım ki bu şüpheciler, insan aklıyla alay edercesine ne aklen ne dinen hiçbir izahı olmayan şüpheler getirerek hem dünyevi çıkarlarını korumaya çalışmakta ve hem de içlerinde taşıdıkları küfür ve zındıklığı kamufle etmeye çalışmaktadırlar. Bunu bilen bir mümin bunların ektiği şüpheleri ciddiye almaz.
Eğer bu Palevi vb şüpheciler veya onları müdafaa edenler, yazının söz hükmünde olup olmadığı ile alakalı ihtilafı gündeme getirmekteki maksadlarının küfür sözlerin altında imzası olan kişilerin insanlar nezdinde tekfir edilmeyeceğini söylemek olduğunu, yoksa böyle bir kimsenin kendi nefsinde kafir olduğunu, fakat yazının o şahsa ait olduğunun isbat edilemeyeceğinden dolayı tekfirinde duraksadıklarını iddia ederlerse onlara şöyle deriz: Bu, üstünde durulacak ve cahillerin yanında gündeme getirilecek bir konu değildir. Eğer ki aslen müslüman olan birisinin küfür ihtiva eden bir metnin altında imzası tesbit edilirse işi sağlama almak amacıyla o şahsa bunu imzalayıp imzalamadığı sorulur. İmzaladığını ikrar ederse zaten mürted olduğu ortaya çıkar; eğer ki imzalamadığını söyler ve bu hususta da lehte ve aleyhte şahidlik edecek hiç kimse yoksa işte o zaman yazılı vesika tek başına delil midir, değil midir, konusu gündeme gelir. Bu da fakihlerin ve o kişi hakkında hüküm verecek kadıların meselesidir. Fakat şurası var ki, bizler bu şüphecilerin bu konuyu gündeme getirmekten kasıtlarının meseleyi sulandırıp kendi küfür fiillerine meşruiyet kazandırmak olduğunu bazı karinelerden anlıyoruz. Şöyle ki Palevi, güneş gibi açık bir küfrü ihtilaflı mesele haline getirdikten sonra devamında şöyle diyor:
“Dört mezheb arasında yazı noktasında bir ihtilafın olduğu malumdur. Bundan dolayı küfür maddelerinin altına imza atan kişinin bizzat tekfirinden uzak durmak gerekir. Ancak elimizden geldiği kadar böyle metinleri imzalamamak lazımdır. Mutlak surette başka alternatifler aramak gerekir. Böyle bir metni imzalamak ancak alternatif olmadığı zaman zaruret halinde söz konusu olabilir. Zira bazı durumlarda ihtiyaçlar zaruret durumundadır.”
Böylelikle bu şahıs vb’nin bir şekilde küfür sözleşmelerine, hatta görüldüğü kadarıyla memuriyet yemini gibi şeylere dahi zaruret bahanesiyle cevaz verdiğini görüyoruz. Bunların zaruret ismini verdikleri şeyler ise küfür konusunda takiyyeyi mübah kılan ikrah seviyesine çıkmak şöyle dursun, haramları mübah kılan bir zaruret seviyesinde dahi olmayan geçim sıkıntısı vb kişisel maslahatlardan ibarettir. Bugüne kadar bu küfür metinlerinden uzak durup da açlıktan ölen, hatta aç kalan hiç kimse yoktur. Bu şüpheleri ortaya atanların ve onlara tabi olanların, Allah’ın Rezzak sıfatına ve diğer sıfatlarına iman etmemiş, Allah’ı gereği gibi takdir edememiş kimseler olduklarını iyi anlamak gerekir.
Bu tiplerin küfür sözleri yazıp imzalamakta mahzur görmedikleri ortaya çıktıktan sonra geriye bu fasid görüşlerini nereye dayandırdıkları meselesi kalmaktadır. Palevi Şafiilerin şu görüşünü nakletmektedir: “Yazı ile boşanmak ancak şu üç şart dâhilinde mümkün olur. Birincisi yazı niyet ile birlikte olmalıdır. Niyet olmaksızın boşanma gerçekleşmez. Zira yazı kinayedir.”
Bu ibareyi açabilmek için iki kavram üzerinde bilhassa durmak icab eder: Niyet ve kinaye.
Niyet kavramını lugat alimleri “kasdetmek, yönelmek” şeklinde açıklamışlardır. Misbah’ul Munir müellifi niyeti “kalbin bir işe azmetmesi” olarak tarif etmiştir. Bu hususta adı geçen esere ve Lisan’ul Arab başta olmak üzere diğer lugat kitaplarına müracaat edilebilir. Şimdi, talak meselesinde yazının geçerli oluşunu niyete bağlayan alimler, kişi sözkonusu yazıyı ancak boşanma niyeti taşıyarak, kalben buna azmederek yazarsa geçerli olur diyorlar. Aksi takdirde kişinin, bir yerden naklederek veya boş bir söz olarak yazdığı boşama ibaresi o kişinin boşandığını göstermez. Bizim tartıştığımız meseleye bunun tatbik edilebilmesi için “ihtilaf halinde mahkeme yetkilidir” ibaresini kişinin kafirlerden naklederek veya birisine göstermek amacıyla veya başka bir niyetle yazması gerekir. Fakat herkes biliyor ki bu sözleşmelerin üstünde yazan ibareler lağv (boş bir söz) değildir ve onu oraya yazan kişi, diğer anlaşma maddelerini boş bir söz olarak yazmadığı gibi bunu da öylesine değil, bilinçli olarak yazmış ve tarafları bağlayan maddelerin arasına koymuştur. Küfür sözü velev ki boş bir söz olarak bir yere konmuş olsa bunu kabul ettiğini belirten bir imza atan kişi yine kafirdir. Ancak burada öyle bir durum dahi sözkonusu değildir.
Herhangi bir akitte bile diyelim ki –Kiranın 500 tl yazdığını gördüğü halde akdi imzalayan kişi, sonradan ben kalben 500 tl kira ödemeye niyet etmemiştim diyerek kira ödemekten muaf olamazsa- aynı şekilde akitte ihtilaf halinde falan mahkeme yetkilidir, ibaresini gördüğü halde “Ben o yazıyı yazarken veya imzalarken kalbimden niyet etmedim” diyen kişinin sözü kale alınmaz. Esasında bu tip şeyler dini oyun eğlence edinmiş birtakım kişilerin sözleridir ve zina ederken niyetinin kötü olmadığını ileri süren fasığın sözü ne kadar itibara alınırsa bunlarınki de o kadar muteberdir. Böylelerinin niyet hakkındaki sözleri, kişinin bizzat kafir olmayı ve dinden çıkmayı kasdetmedikçe küfre girmeyeceğini söyleyen sapık fırkaların sözlerinin ötesine geçmez.
Şeyhulislam İbn Teymiyye (rh.a) bu hususta şöyle demektedir:
“Kim küfür olan bir söz söyler veya bir fiil işlerse, kâfir olmayı kastetmese bile bununla kâfir olur. Zira Allah’ın dilediği dışında kimse küfrü kast etmez.” (es-Sârimu’l-Meslûl: s: 177-178.)
Alimlerin, kişinin kafir olması için kasdı şart koşmaları ise bizzat sözkonusu fiille alakalıdır. Mesela bizim olayımızda kişi, sözkonusu anlaşmada küfür ibaresini görmediğinden dolayı imzalarsa kafir olmaz. Çünkü kişi bununla küfür fiilini niyet etmemiştir. İmkan varsa anlaşmada küfür maddesi olduğunu öğrendikten sonra sözleşmeyi iptal etmesi gerekir. Ancak bu ibareyi gördüğü halde imzalayan kişi ise o küfür fiiline yani küfür kanunlarının hakemliğini onaylamaya niyet etmiştir. O yüzden diğerinin aksine bu kimse kafirdir.
Kinaye meselesine gelince Hanefi fıkhına dair bir eser olan Feth’ul Kadir müellifinin de belirttiği gibi kinaye; sarihin (açık ibarenin) zıddı olarak çeşitli ihtimaller taşıdığından ötürü asıl gayenin kapalı kaldığı ibarelerdir. (الْكِنَايَةَ مَا خَفِيَ الْمُرَادُ بِهِ لِتَوَارُدِ الاِحْتِمَالاَتِ عَلَيْهِ بِخِلاَفِ الصَّرِيحِ
Bkz. Feth’ul Kadir, 3 / 78 - 88)
Şafiilere göre kinaye boşama, köle azad etme vb şahsi tasarruflarda ancak niyetle beraber geçerli olur. Nikah gibi şahid gerektiren durumlarda ise şahidler kişinin niyetini bilemeyeceğinden ötürü geçerli olmaz. Bu meselenin daha birçok tafsilatı vardır ki yeri burası değildir. (Bkz. Suyuti, el-Eşbah ve’n Nezair, sf 296; Nevevi, el-Mecmu’, 9 / 153) Bizi ilgilendiren yönü şurasıdır; -tariften de anlaşılacağı üzere- kinayenin ve kinaye olarak değerlendirilen yazının, bazı alimler nezdinde delil olmaması, ihtimal taşıdığından dolayıdır. İhtimal ortadan kalktığında ihtilaf da ortadan kalkar. Yoksa hiçbir alim, kişinin küfür olan bir ibareyi kendi rızasıyla yazıp imzaladığı ortaya çıktıktan sonra onun tekfirinde duraksayacak değildir. Yeri gelmişken şunu da belirtelim ki “Mühim Sorulara Cevap” veren (!) yazar, benzeri birçok batıl davetçisinin yaptığı gibi alimlerin sözlerini avamın önüne atıp bırakmaktadır. Alimlerin yazı söz hükmüne girer mi meselesinde neden ihtilaf ettiklerine ise girmemektedir. Çünkü girdiği takdirde kendi maskesi düşecektir. İlmin zerresi bulaşmış olan bir kimse şunu bilir ki alimler akli veya nakli hiçbir gerekçeye dayanmayan bir görüş savunmazlar. Savundukları şeyin ya dayandığı bir illet vardır veyahut da konuyla alakalı bir nassa istinad etmektedirler. Alimlerin sözlerinin dayandığı illetleri göz ardı ederek her şeyden bağımsız mücerred bir görüş olarak sunmak ve tafsilata gitmemek ilim talebesi olduğunu iddia eden kişilere yakışmaz. Fakat maalesef çoğu bunu yapmaktadır. Vallahu'l Mustean.
Aklı olan kimse için, yazı söz hükmünde değildir diyen alimlerin bununla yazının hiçbir bağlayıcılık ifade etmeyen boş bir iş olduğunu kasdetmedikleri, bilakis yazı ihtimal taşıyan bir şey olduğu ve tahrifattan, değişiklikten salim olmadığı için bu şekilde ihtiyat yoluna gittikleri hususu açık olmakla beraber biz yine de konuyla alakalı bütün vehim ve şüphelerin dağılması için mevzuyu biraz daha tafsilatlandırmak istiyoruz.
Yazı, tıpkı söz gibi eskiden beri insanların duygu ve düşüncelerini ifade etmek çin kullandıkları bir vasıtadır. Bundan dolayı “yazı iki dilden birisidir” veya “ikinci dildir” manasında الْكِتَابَ أَحَدُ اللِّسَانَيْنِ sözü Araplar arasında meşhur olmuştur. Zerkeşi “el-Bahr’ul Muhit” adlı eserinde el-Kiya et-Taberi’den şöyle dediğini nakletmiştir: “Yazı yoluyla hadis rivayet etmek, sema’ yani işitme mesabesindedir. Çünkü “yazı iki dilden birisidir” ve Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) uzakta olanlara yazıyla, hazırda bulunanlara ise sözle tebliğ yapardı” (Zerkeşi, el-Bahr’ul Muhit, 6/321 Ayrıca bkz. Maverdi, Edeb’ud-Dunya ve'd-Din, 27 Bu söz bazı kaynaklarda “kalem ikinci dildir” şeklinde geçer.) Bundan dolayı Hanefilerden Bedruddin el-Ayni şöyle demiştir: “Eğer, kitap, hitap gibi olmasaydı (yani yazı söz hükmünde olmasaydı) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) dini tebliğ vazifesini yapmış sayılmazdı.” (Ayni, el-Binaye Şerh’ul Hidaye, 8/8) Ayni’nin sözü bitti. Bundan daha açığı bizzat Allah’ın kitabı Kur’an’ı Kerim’dir. Kur’an nazil olmaya başladığı ilk günden itibaren yazıya geçirilmeye başlanmış ve bu surette ulaştığı bütün insanlar için lehlerine ve aleyhlerine hüccet ve delil olmuştur. Zeylei de Tebyin’ul Hakaik’da bu hususa temas etmiştir. Vallahu a’lem.
الْكِتَابَ كَالْخِطَابِ (Kitap yani yazı, hitap yani söz gibidir) şeklinde özetlenen bu kaidenin tafsilatı ve uygulanışına gelince; Zeylei aynı yerde bu kaidenin tafsilatını anlatmış ve ardından “Kunuz’ud Dekaik” müellifinin yazının nikah, talak vb hususların aksine had cezalarında delil olmayacağına dair sözünün açıklamasına girişmiştir. Bunun gerekçesi ise Allah rasulu (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hadd cezalarını şüphelerle düşürmeye yönelik emridir. (Zeylei, Tebyin’ul Hakaik Şerhu Kunuz’id Dekaik, 6/218 vd)
Görüldüğü gibi yazı, şüphe içerdiği için delil sayılmamıştır. Bunun benzeri, kadıların birbirlerine yazdıkları mektuplar veya buldukları yazılı evraklar hüküm verirken göz önünde bulundurulur mu, meselesinde tartışılmıştır. Suyuti, el-Eşbah ve’n Nezair’de “Kitabet” yani yazı ile alakalı açtığı mustakil bölümde şu meseleyi ele almıştır:
إذَا رَأَى الْقَاضِي وَرَقَةً فِيهَا حُكْمُهٌ لِرَجُلٍ، وَطَالَبَ عَنْهُ إمْضَاءَهُ وَالْعَمَلَ بِهِ وَلَمْ يَتَذَكَّرْهُ، لَمْ يَعْتَمِدْهُ قَطْعًا لِإِمْكَانِ التَّزْوِيرِ
“Kadı, bir şahıs hakkında verdiği hükmü içeren bir sayfa bulsa, o şahıs da kadıdan bu hükmü imza edip yürürlüğe sokmasını taleb etse, fakat kadı verdiği o hükmü hatırlamasa katiyen o yazılı evrağa itimad etmez; zira (evrakta) sahtecilik ihtimali sözkonusudur.” (Suyuti, el-Eşbah ve’n Nezair, sf 309 vd bkz.)
İmam Buhari ise “Sahih”inde “Ahkam” başlıklı bölümün 15.bab başlığını "Bu Fulânın Yazısıdır" Diye Mühürlenmiş Yazı Üzerine Şâhidlik Etme; Bu Nevi'den Yazı Üzerine Şâhidliğin Caiz Olacak Ve Kendilerine Şâhidliğin Dar Olacağı, Yâni Caiz Olmayacak Olanlar, Hâkimin Kendi Âmillerine Mektûb Yazması İle Kadının Diğer Kadıya Mektûb Yazmasının Hükmü Babı” olarak belirlemiş ve bu hususta seleften gelen birçok asarın yanı sıra Allah rasulu (sallallahu aleyhi ve sellem)’in devlet başkanlarına yazdığı mektupları delil getirmiştir.
Buhari’nin burada naklettiğine göre Enes ibn Mâlik (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) Rûmlar'a mektûb yazmak istediği zaman, sahâbîler: ”Rumlar ancak üzeri mühürlenmiş bulunan mektubu okurlar!” dediler. Bunun üzerine Peygamber gümüşten yapılmış bir mühür yüzük edindi. Onun Peygamber'in parmağındaki parlaması hâlâ gözümün önündedir. O mühür yüzüğün nakşı "Muhammed Rasûlullah" idi. (Buhari, Ahkam: 15)
İbn Hacer’in de işaret ettiği gibi Buhari, başlıkta bahsettiği bütün her şeye yani hüküm amaçlı mektup yazmaya ve mektuba şahidlik etmeye cevaz vermiş ve sözkonusu hadisi de buna delil olarak zikretmiştir. İbn Hacer’in naklettiğine göre alimler, kişinin kendi el yazısına bile hatırlamadığı takdirde şahitlik etmesinin caiz olmadığında ittifak etmişlerdir. Alimleri bu hususta ihtiyatlı davranmaya sevk eden amil ise Osman (ra)’ın şehadetiyle sonuçlanan olaylar zinciridir. Zira denildiğine göre bu olaylara Osman (ra) tarafından yazılmadığı halde fitneciler tarafından ona atfedilen ve altına Osman(ra)’ın mührü basılan bir mektup vesile olmuştur. Ayrıca en uzman hattatlar dahi insanların yazılarını birbirine karıştırmaktadır. Üstelik insanlar arasında fesat ve fucur günden güne artmaktadır. İlh… İbn Hacer’in saydığı bu gerekçeler ve ayrıntısı ilgili hadise yaptığı şerhten okunabilir. (Feth’ul Bari, 13/145 vd)
Hakkı araştıran kimse için sanırız bu kadarı kafidir. Kısacası, her kim küfür metni yazar veya böyle bir metni imzalar veya imza hükmüne geçecek şekilde tasdik ederse o kimse kafirdir. Yukarıdaki nakillerden de anlaşılacağı üzere alimler arasında tartışılan yazı, söz hükmünde midir, değil midir meselesi ise yazının mahkemede delil olup olmayacağı ile alakalıdır. Yoksa her kim küfür sözleri yazmaya, imzalamaya cevaz verirse bununla amel etmese bile kafirdir. Alimlerden hiç kimse bunun aksini söylememiştir. Velhamdulillahi Rabbil alemin.