Bismillahirrahmanirrahim,
Eşari ve Maturidilerdeki fasit usullerden bir tanesi, hatta belki en önemlisi akıl ile nakil yani şeri nasslar çeliştiğinde aklı öne almalarıdır. Öyle ki bu, aslında onların diğer konulardaki fasit mezheplerinin de dayanağını teşkil etmektedir. Onlar sıfatları reddederken ve başka batıllar ihdas ederken hep bu esasa dayanmışlardır. Bu kaide “akıl evveldir, nass onunla müevveldir” şeklinde özetlenmiştir. Yani akıl önce gelir, nass ise akli esaslara göre tevil edilip açıklanır. Bunu ilk önce Mutezile kelamcıları dillendirmiş, bilhassa “İmam’ul Harameyn” lakaplı Cüveyni ve takipçilerinin başlattığı akılcılık cereyanından sonra Eşari ve Maturidi kelamcılarının birçoğu da bu kaideyi kendilerine esas almış ve de sıfat nassları başta olmak üzere bir çok akidevi meseleyi buna göre izah etmeye çalışmışlardır. Buna göre akıl ile nakil çeliştiğinde akıl tercih edilecek ve nakil de tevil edilecektir. Buna dair kelamcıların getirdiği gerekçeler ve Ehli sünnet tarafından bunlara verilen cevaplar, aşağıda inşallah tafsilatıyla gelecektir. Ancak buna verilecek en esaslı cevap aslında akıl ile nakil arasında bir çatışma olmasının imkansız olduğu şeklindedir. Yani akıl ile nakil çatışırsa ne yapmalıyız, sorusu kökten batıl bir sorudur çünkü sarih akıl ile sahih nakil çelişmez. Eğer akli esaslardan birisi, nakille sabit olan hususlardan birisi ile çelişiyor ya da çelişiyormuş gibi görünüyorsa ya o akıl sarih, selim akıl değildir; yani sözkonusu akli kaide; üzerinde bütün temiz fıtrat sahiplerinin ittifak ettiği aklın açık, bedihi hükümlerinden birisi değildir, en fazla bazı kimselerin akli esaslardan kabul ettiği lakin esasında öyle olmayan bir iddiadır; veyahut da nakil sahih değildir. Ya da naklin sözkonusu meseleye delaleti kati değildir. Şeyhulislam İbn Teymiye (rh.a) “Der’u Tearuz’il Akli ve’n Nakl” yani Akıl ve Naklin Çatışmasının İmkansızlığı ismini taşıyan ve 10 cilt olarak basılan hacimli eserinde bu mühim kaideyi ele almakta ve delillendirmektedir. Akıl ile nakil esas itibariyle çelişmediğine göre kelamcıların akıl ile nakil yani sem’i, şer’i deliller çatıştığında ne yapmalı, şeklinde ortaya attıkları problem aslında kelamcıların akliyyat ya da makulat adını verdikleri ve de birçoğunu Yunan felsefesinden aktardıkları felsefi/mantıki kaideleri çeliştiği zaman ne yapacakları manasındadır ve kelamcılar hiç kuşkusuz kendi akli kaidelerini esas alıp, şeriatı da bunlara göre tevil daha doğrusu tahrif cihetine gitmektedirler. Mevzunun özeti bundan ibarettir.
Şimdi, Eşari kelamcılarından buna dair nakilleri ve de Ehli sünnet tarafından bunlara verilen cevapları sunmak istiyorum.
Eşari kelamcılarından Cüveyni (v. 478) el-İrşad adlı eserinin nakli delillerle sabit olan meseleler hakkındaki “Sem’iyyat” bölümünde şöyle demektedir:
اعلموا -وفقكم الله تعالى- أن أصول العقائد تنقسم إلى ما يدرك عقلًا، ولا يسوغ تقدير إدراكه سمعًا، وإلى ما يدرك سمعًا، ولا يتقدر إدراكه عقلًا، وإلى ما يجوز إدراكه سمعًا وعقلًا؛
“Allah sizi muvaffak kılsın, bilin ki Akaid esasları üç kısma ayrılır.
1- Sadece akılla idrak edilip nass yoluyla idrakine güç yetirilmesi sözkonusu olmayanlar.
2- Sadece nas yoluyla idrak edilip, akıl yoluyla idrakine güç yetirilemeyenler.
3- Hem akılla hem de nassla idraki mümkün olanlar.”
Ardından devamla şöyle demektedir:
فإذا ثبتت هذه المقدمة، فيتعين بعدها على كل معتن بالدين واثق بعقله أن ينظر يما تعلقت به الأدلة السمعية؛فإن صادفه غير مستحيل في العقل، وكانت الأدلة السمعية قاطعة في طرقها، لا مجال للاحتمال في ثبوت أصولها ولا في تأويلها، فما هذا سبيله، فلا وجه إلا القطع به. وإن لم تثبت الأدلة السمعية بطرق قاطعة، ولم يكن مضمونها مستحيلًا في العقل، وثبتت أصولها قطعًا، ولكن طريق التأويل يجول فيها؛ فلا سبيل إلى القطع، ولكن المتدين يغلب على ظنه ثبوت ما دل الدليل السمعي على ثبوته وإن لم يكن قاطعًا. وإن كان مضمون الشرع المتصل بنا مخالفًا العقل؛ فهو مردود قطعًا بأن الشرع لا يخالف العقل، ولا يتصور في هذا القسم ثبوت سمع قاطع
“İşte bu mukaddime sabit olduğuna göre bundan sonra dinine özen gösteren ve aklına güvenen herkesin sem’i delillerin yani nasların alakadar olduğu hususlara bakması gerekir. Eğer onların akıl nezdinde imkansız olmadığını, bu sem’i delillerin de geliş yolları itibariyle kat’i olduğunu görürse artık onların asıllarının sabit oluşu hususunda farklı bir ihtimale yer olmadığı gibi tevile de mecal yoktur. Bu yolla gelen her şeyin yolu ancak kesin olarak bunu kabul etmektir. Eğer sem’i deliller kat’i yollarla sabit olmadıysa, ancak muhtevası akıl nezdinde imkansız değilse, dayandığı asıllar da kat’i olarak sabit olduysa, lakin tevil yolu da açık ise bunu kesin olarak kabul etmek doğru olmaz. Ancak dindar kimse, zannı galib yoluyla sem’i delillerin sübütüne delalet ettiği şeyi kat’i olmasa bile kabul eder. Eğer ki bize ulaşan şeriatın muhtevası akla muhalifse, bu kesin olarak reddedilir. Çünkü şeriat akla muhalefet etmez. Bu kısımda kat’i bir sem’i delilin varlığı da tasavvur olunamaz.” (El-İrşad, sf 358- 360)
Cüveyni’nin akılla çelişen kati bir nakil olamayacağı yönündeki sözleri doğru olmakla beraber yine de bütün seçeneklerde esas olarak aklı dayanak edindiği gözden kaçmamaktadır. Çünkü gerek kati yolla gerekse de zan yoluyla sabit olan bütün sem’i delillerin kabulünde aklen imkansız olmamasını esas almaktadır. Burada akıldan kasıd ise kuşkusuz Şeyhulislam İbn Teymiye’nin bahsettiği sarih akıldan ziyade, kelamcıların kendilerine esas aldıkları ve birçoğu Yunan felsefesinden alınmış olan felsefi prensiplerdir.
Ebu Muzaffer es-Sem’ani (v. 489) akidevi konularda aklı esas edinen bidat ehliyle alakalı şöyle demektedir:
وَاعْلَم أَن فصل مَا بَيْننَا وَبَين المبتدعة هُوَ مَسْأَلَة الْعقل فَإِنَّهُم أسسوا دينهم على الْمَعْقُول وَجعلُوا الِاتِّبَاع والمأثور تبعا للمعقول وَأما أهل السّنة قَالُوا الأَصْل الِاتِّبَاع والعقول تبع وَلَو كَانَ أساس الدّين على الْمَعْقُول لاستغنى الْخلق عَن الْوَحْي وَعَن الْأَنْبِيَاء صلوَات الله عَلَيْهِم ولبطل معنى الْأَمر وَالنَّهْي ولقال من شَاءَ مَا شَاءَ
وَلَو كَانَ الدّين بني على الْمَعْقُول وَجب أَلا يجوز للمؤمين أَن يقبلُوا شَيْئا حَتَّى يعقلوا
وَنحن إِذا تدبرنا عَامَّة مَا جَاءَ فِي أَمر الدّين من ذكر صِفَات الله عز وَجل وَمَا تعبد النَّاس بِهِ من اعْتِقَاده وَكَذَلِكَ مَا ظهر بَين الْمُسلمين وتداولوه بَينهم ونقلوه عَن سلفهم إِلَى أَن أسندوه إِلَى رَسُول الله صلى الله عَلَيْهِ وَسلم من ذكر عَذَاب الْقَبْر وسؤال الْملكَيْنِ والحوض وَالْمِيزَان والصراط وصفات الْجنَّة وصفات النَّار وتخليد الْفَرِيقَيْنِ فيهمَا أُمُور لَا ندرك حقائقها بعقولنا وَإِنَّمَا ورد الْأَمر بقبولها وَالْإِيمَان بهَا
“Bil ki, bizimle bidatçılar arasında ayrım noktası akıl meselesidir. Zira onlar, dinlerini akli esaslar üzerine kurmuşlar ve de tabi olmayı ve (dinden) nakledilen şeyleri de akli esaslara tabi kılmışlardır. Ehli sünnet ise şöyle demiştir: Aslolan (nakle) tabi olmaktır, akıl ise (nakli delillerin kendisine tabi olduğu değil) tabi olandır. Eğer dinin esası akıl üzerine bina edilseydi insanların vahye ve peygamberlere –Allahın salatı onların üzerine olsun- ihtiyacı kalmaz ve de emir ve nehiy de iptal olur, dileyen dilediğini söylerdi. Eğer din, akli prensipler üzerine bina edilseydi müminlerin ta ki akledene kadar hiçbir şeyi kabul etmelerinin caiz olmaması gerekirdi. Bizler din hususunda gelen şeylerin geneline baktığımızda –Allah Azze ve Celle’nin sıfatları, insanların kendisi vasıtasıyla Allaha ibadet ettikleri itikadları, keza Müslümanlar arasında yayılan ve onların geçmişlerinden naklettikleri ve Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e dayandırdıkları kabir azabı, (Münker-Nekir denilen) iki meleğin (kabirdeki) sorgusu, Havz, Mizan (tartı), Sırat, Cennetin özellikleri, Cehennemin özellikleri, iki kesimin bunların içinde sonsuza dek kalmaları gibi, bu ikisinde var olan ve aklımızla idrak edemediğimiz nice mesele hakkında kabülüne ve iman edilmesine dair emir gelmiştir.”
Sem’ani (rh.a) devamla şöyle demektedir:
ثمَّ نقُول لهَذَا الْقَائِل الَّذِي يَقُول بني ديننَا على الْعقل وأمرنا باتباعه أخبرنَا إِذا أَتَاك أَمر من الله تَعَالَى يُخَالف عقلك فبأيهما تَأْخُذ بِالَّذِي تعقل أَو بِالَّذِي تُؤمر
فَإِن قَالَ بِالَّذِي أَعقل فقد أَخطَأ وَترك سَبِيل الْإِسْلَام وَإِن قَالَ إِنَّمَا آخذ بِالَّذِي جَاءَ من عِنْد الله فقد ترك قَوْله
“Sonra biz, ‘dinimiz akıl üzere bina edilmiştir, biz de ona uymakla emrolunmuşuz’ diyen kimseye deriz ki: Bize haber ver, sana Allahu Teala’dan aklına uymayan bir emir gelse hangisini alacaksın? Aklına uyanı mı, yoksa emredildiğin şeyi mi? Eğer aklıma uyanı derse hata etmiş ve İslam yolunu terk etmiş olur. Allah katından geleni alırım derse kendi sözünü terk etmiş olur.” (es-Sem’ani, el-İntisar li Ehlil Hadis 82 ve devamı; ayrıca benzeri ifadeler için bkz. Kıvam’us Sunne el Asbahani, el-Hucce fi Beyan’il Mehicce, 1/347-348)
Açıkça anlaşıldığı üzere bu akıl meselesi, Ehli sünnet ile ehli bidat arasında en temel ihtilaf sahasıdır. Mutezile, Rafiziler ve benzeri bidat ehlinin akılcılıktan dolayı Ehli sünnete muhalif olduğu bilinen bir husustur. Öyle ki Ehli sünnetin en temel hadis kaynağı olan Buhari’nin Sahih’i “Vahiy” bölümü ile başlarken, Şia’nın en temel hadis kaynağı olan Kuleyni’nin el-Kafi’si “Akıl” bölümüyle başlamaktadır! Hal böyleyken zamanla Ehli sünnete kendilerini nisbet eden Eşari ve Maturidi gibi fırkalar da bidatçılara tabi olarak aklı esas almaya başlamışlar ve Ehli sünnetin bir çok esasını sırf akli esaslara uymadığı gerekçesiyle inkar ya da tevil etmişlerdir. Mesela, cisim olmayı gerektirdiği, Yaratıcının cisim olmasının ise akla aykırı olduğu gerekçesiyle el, yüz, göz, istiva gibi haberi sıfatların çoğunu tatil ya da tahrif etmeleri gibi. Halbuki bunların cismiyeti ve mahlukata benzemeyi gerektirmesi de onların vehminden ibaret olduğu halde sırf bu vehimden hareketle yüzlerce belki daha fazla sıfat nassını eğip bükmüşlerdir. Bütün bunlar alimin de ifade ettiği gibi sapıklık ve İslam’dan çıkmakla eş anlamlıdır.
Kelamcıların aklı nakilden üstün tuttuklarına dair diğer bir nakil de sizin zikrettiğiniz Fahruddin er Razi’nin sözüdür. O, şöyle diyor:
الْفَصْل الثَّانِي وَالثَّلَاثُونَ فِي أنّ الْبَرَاهِين الْعَقْلِيَّة إِذا صَارَت مُعَارضَة بالظواهر النقلية فَكيف يكون الْحَال فِيهَا؟
اعْلَم أَن الدَّلَائِل القطعية الْعَقْلِيَّة إِذا قَامَت على ثُبُوت شَيْء ثمَّ وجدنَا أَدِلَّة نقلية يشْعر ظَاهرهَا بِخِلَاف ذَلِك فهناك لَا يَخْلُو الْحَال من أحد أُمُور أَرْبَعَة:
1 - إِمَّا أَن يصدق مُقْتَضى الْعقل وَالنَّقْل فَيلْزم تَصْدِيق النقيضين وَهُوَ محَال.
2 - وَإِمَّا أَن يبطلا فَيلْزم تَكْذِيب النقيضين وَهُوَ محَال.
3 - وَإِمَّا أَن يصدق الظَّوَاهِر النقلية ويكذب الظَّوَاهِر الْعَقْلِيَّة وَذَلِكَ بَاطِل.
لِأَنَّهُ لَا يمكننا أَن نَعْرِف صِحَة الظَّوَاهِر النقلية إِلَّا إِذا عرفنَا بالدلائل الْعَقْلِيَّة إِثْبَات الصَّانِع وَصِفَاته وَكَيْفِيَّة دلَالَة المعجزة على صدق الرَّسُول - صلى الله عَلَيْهِ وَسلم - وَظُهُور المعجزات على - مُحَمَّد صلى الله عَلَيْهِ وَسلم -.وَلَو جوّزنا الْقدح فِي الدَّلَائِل الْعَقْلِيَّة القطعية صَار الْعقل مُتَّهمًا غير مَقْبُول القَوْل, وَلَو كَانَ كَذَلِك لخرج أَن يكون مَقْبُول القَوْل فِي هَذِه الْأُصُول, وَإِذا لم تثبت هَذِه الْأُصُول خرجت الدَّلَائِل النقلية عَن كَونهَا مفيدة فَثَبت أَن الْقدح فِي الْعقل لتصحيح النَّقْل يُفْضِي إِلَى الْقدح فِي الْعقل وَالنَّقْل مَعًا, وَأَنه بَاطِل.
وَلما بطلت الْأَقْسَام الْأَرْبَعَة لم يبْق إِلَّا أَن يقطع بِمُقْتَضى الدَّلَائِل الْعَقْلِيَّة القاطعة بِأَن هَذِه الدَّلَائِل النقلية إِمَّا أَن يُقَال: إِنَّهَا غير صَحِيحَة , أَو يُقَال: إِنَّهَا صَحِيحَة إِلَّا أَن المُرَاد مِنْهَا غير ظواهرها
ثمَّ إِن جوّزنا التَّأْوِيل اشتغلنا على سَبِيل التَّبَرُّع بِذكر تِلْكَ التأويلات على التَّفْصِيل. وَإِن لم يجز التَّأْوِيل فوّضنا الْعلم بهَا إِلَى الله تَعَالَى. فَهَذَا هُوَ القانون الْكُلِّي المرجوع إِلَيْهِ فِي جَمِيع المتشابهات وبالله التَّوْفِيق".
'32. Fasıl: Akli deliller, nakil yoluyla gelen bilgilerin zahiriyle çeliştiği zaman durum nasıl olur? Bil ki: Katiyet ifade eden akli deliller ile bir şey sabit olur da, şer'i delillerin zahiri (Kur'an-Sünnet) bunun aksini gösterirse, durum şu dört yoldan birisinden ibarettir:
1.'Aklın ve naklin gerektirdiği şeyler hep beraber tasdik edilir.' Bu ise birbiriyle çelişen iki şeyi aynı anda tasdik etmeyi gerektirir ki bu da imkansızdır..
2.'İkisi de iptal edilir.' Bu da birbiriyle çelişen iki şeyi aynı anda yalanlamayı gerektirdiğinden yine imkansızdır.
3.'Naklin zahiri (Kitap-Sünnet) alınır, aklın zahiri reddedilir.' Bu ise batıldır. Çünkü biz aklî delillerle Allah'ı, sıfatlarını, mucizelerin Peygamberin doğruluğuna delil oluşunun ve mucizelerin Rasul (sallallahu aleyhi ve sellem)’in elinde zuhur etmesinin keyfiyetini bilmeseydik; naklin zahirinin doğruluğunu da bilemezdik.
Biz, eğer kat’i olan akli delilleri tenkid etmeye cevaz verirsek akıl, kendisine dayanarak görüş beyan etmenin kabul edilmeyeceği töhmet altındaki bir şey olurdu. Eğer durum böyle olsaydı akıl, bu asıllar hakkında kendisine dayanılarak görüş beyan edilecek bir şey olmaktan çıkardı. Akıl, bu asılları isbat edemeyince de nakli deliller, fayda veren bir şey olmaktan çıkardı. Böylece, nakli doğrulamak için aklı tenkid etmenin hem aklı hem de nakli hep beraber tenkid etmeye yol açacağı sabit olmuştur. Bu ise batıldır.
4.Bu dört madde iptal olduktan sonra tek bir şey kalır ki o da kat’i olan aklî delillerin gereğinin kesin olarak kabulüdür. Bu (akılla çelişen) nakli delillere ise sahih değildir denilir veyahut da bunlar sahihtir, ancak bunların zahiri kastedilmemiştir, denilir. Eğer tevile cevaz veriyorsak, bu tevilleri bütün tafsilatıyla zikretmek için hayrına meşgul oluruz! Yok tevil caiz değilse, bunların ilmini Allahu Teala’ya tefvid yani havale ederiz. İşte bu, bütün müteşabihler hakkında kendisine müracaat edilecek bir kanun-u külli yani genel bir yasadır!” (Te’sis’ut Takdis, 172 – 173)
Görüldüğü üzere Razi, açık bir şekilde şeriatın zahiriyle akli prensipler çeliştiği zaman aklın esas alınacağını, şeri delillerin ise tevil edileceğini ifade etmektedir. Burada kuşkusuz Razi ve emsali bu kaideleri dinden zaruri olarak bilinen açık meselelerde değil de daha ziyade ilahi sıfatlar bahsi gibi birtakım konularda ve de “zahir” olarak ifade edilen delillerde uygulamaktadır. Zahir, usulcüler nezdinde “nass”a göre bir alt mertebededir ve bir sözden ilk anlaşılan mana olup, farklı ihtimallere de gelmesi muhtemel olan sözdür. Nass ise tek manaya gelen kesin ifadedir. Yani Fahruddin Razi gibileri açık nassları değil de daha ihtimalli olduğunu iddia ettikleri ifadeleri, mesela sıfat nasslarını akla göre tevil etmektedir. Lakin bu da batıldır. Çünkü Kuran ve sünnetin zahirinde yani ilk akla gelen manasında küfür olan, akla aykırı olan şeyler bulunamaz. Allah’ın kitabı zahiri küfür ve saçmalık olan bir kitap olmaktan münezzehtir. Eğer Kuran ve sünnetin zahiri yani akla gelen ilk manası küfür ve batıl olsaydı, bunların hidayet kaynağı olma özelliği kalmazdı. Çünkü avam Kuranın ancak zahirine bakar ve kelamcıların yaptığı tevilleri bilmez. Avamdan öte selef dahi bu tevillerden gafil kalmıştır ve iddialarına göre kelamcılar ortaya çıkıp bu sıfatların tevilini haber verene kadar ümmet Kuranın –haşa- küfür olan zahirine yapışmaya devam etmiştir. Bütün bunlardan yüce Şeriatı tenzih eder ve Rabbimizden bu bidatleri ihdas edenlere layık oldukları şekliyle muamele etmesini dileriz.
İbn’ul Kayyim (rh.a) “es-Savaik’ul Mursele” adlı eserinde Razi’nin zikrettiği bu şüpheyi “Batıl Tevil ehlinin kendisi vasıtasıyla dinin bağlarını çözdükleri ve Kur’an’ın hürmetini çiğnedikleri ve de imanın alametlerini mahvettikleri” tağutlardan ikinci tağut olarak zikretmiştir. Ardından bu şüpheye yaklaşık 740 sayfa boyunca 241 vecihten cevap vermiştir. (age 796-1536) Bunlardan sadece bir tanesini zikretmekle yetiniyoruz:
الْوَجْهُ الْأَوَّلُ: أَنَّ هَذَا التَّقْسِيمَ بَاطِلٌ مِنْ أَصْلِهِ، وَالتَّقْسِيمُ الصَّحِيحُ أَنْ يُقَالَ: إِذَا تَعَارَضَ دَلِيلَانِ سَمْعِيَّانِ أَوْ عَقْلِيَّانِ، أَوْ سَمْعِيٌّ وَعَقْلِيٌّ، فَإِمَّا أَنْ يَكُونَا قَطْعِيَّيْنِ، وَإِمَّا أَنْ يَكُونَا ظَنِّيَّيْنِ، وَإِمَّا أَنْ يَكُونَ أَحَدُهُمَا قَطْعِيًّا وَالْآخَرُ ظَنِّيًّا، فَأَمَّا الْقَطْعِيَّانِ فَلَا يُمْكِنُ تَعَارُضُهُمَا فِي الْأَقْسَامِ الثَّلَاثَةِ، لِأَنَّ الدَّلِيلَ الْقَطْعِيَّ هُوَ الَّذِي يَسْتَلْزِمُ مَدْلُولَهُ قَطْعِيًّا، وَلَوْ تَعَارَضَا لَزِمَ الْجَمْعُ بَيْنَ النَّقِيضَيْنِ، وَهَذَا لَا يَشُكُّ فِيهِ أَحَدٌ مِنَ الْعُقَلَاءِ، وَإِنْ كَانَ أَحَدُهُمَا قَطْعِيًّا وَالْآخَرُ ظَنِّيًّا تَعَيَّنَ تَقْدِيمُ الْقَطْعِيِّ، سَوَاءٌ كَانَ عَقْلِيًّا أَوْ سَمْعِيًّا، وَإِنْ كَانَا ظَنِّيَّيْنِ صِرْنَا إِلَى التَّرْجِيحِ وَوَجَبَ تَقْدِيمُ الرَّاجِحِ مِنْهُمَا، وَهَذَا تَقْسِيمٌ رَاجِحٌ مُتَّفَقٌ عَلَى مَضْمُونِهِ بَيْنَ الْعُقَلَاءِ، فَأَمَّا إِثْبَاتُ التَّعَارُضِ بَيْنَ الدَّلِيلِ الْعَقْلِيِّ وَالسَّمْعِيِّ وَالْجَزْمُ بِتَقْدِيمِ الْعَقْلِيِّ مُطْلَقًا فَخَطَأٌ وَاضِحٌ مَعْلُومُ الْفَسَادِ.
“Birinci vecih: Bu taksimat, kökünden batıldır. Doğru taksim ise şöyle denilmesidir: Sem’i (nakli) iki delil yahut da akli iki delil veyahut sem’i bir delil ile akli bir delil çatıştığı zaman bunların ya ikisi de kat’idir ya da ikisi de zannidir veyahut da içlerinden birisi kat’i diğeri de zannidir.
İki kat’i delile gelince; bu zikredilen üç kısımda bunların çatışması mümkün değildir. Zira kat’i delil, medlulünü (delil olduğu şeyi) kat’i olarak gerektiren şeydir. Eğer bunlar (yani iki kat’i delil) çatışırsa bu takdirde birbirine zıt iki şeyi cem etmek gerekir ki bunun batıllığında akıl sahiplerinden hiç kimse şüphe etmez.
Eğer bu delillerden birisi kat’i, diğeri zanni ise ister sem’i ister akli olsun mutlaka kat’i olan delilin öne alınması gerekir.
Eğer delillerin ikisi de zanni ise burada tercihe gideriz ve delillerden hangisi racih ise onun öne alınması vacib olur.
İşte bu, muhtevası hususunda akıl sahipleri arasında ittifak edilen racih (tercih olunan) taksimdir. Akli delil ile sem’i delil arasında çatışma olduğunu kabul edip mutlak olarak akli delilin öne alınacağını ifade etmek ise bozukluğu açıkça bilinen bir hatadır.” (bkz. Muhtasar’us Savaik’ul Mursele, sf 109)
Görüldüğü üzere Razi’nin yaptığı bu taksimat sadece dine değil, aslında akla da muhaliftir. Çünkü akıl herhangi bir delilin tercih edilmesinin veya edilmemesinin sebebi olarak salt akıl kaynaklı ya da nakil kaynaklı olmasını değil, kesin ya da ihtimalli olmasını esas almayı daha uygun görür. Çatışan delillerden birisi zanni diğeri kesin ise hiç şüphesiz kesin olan delil tercih edilecektir. Bu delillerin nakil ya da akıl kaynaklı olmasının bir farkı yoktur.
Razi’nin ileri sürdüğü “akıl, naklin de esasını ve delilini teşkil ettiği için öne alınması gerekir” şüphesine de –büyük oranda üstadı İbn Teymiye’den iktibas ettiği- şu gerekçelerle cevap vermektedir:
لَيْسَ كُلُّ مَا يُعْرَفُ بِالْعَقْلِ يَكُونُ أَصْلًا لِلسَّمْعِ وَدَلِيلًا عَلَى صِحَّتِهِ، فَإِنَّ الْمَعَارِفَ الْعَقْلِيَّةَ أَكْثَرُ مِنْ أَنْ تُحْصَرَ، وَالْعِلْمُ بِصِحَّةِ السَّمْعِ غَايَتُهُ يَتَوَقَّفُ عَلَى مَا بِهِ يُعْلَمُ صِدْقُ الرَّسُولِ مِنَ الْعَقْلِيَّاتِ، وَلَيْسَ كُلُّ الْعُلُومِ الْعَقْلِيَّةِ يُعْلَمُ بِهَا صِدْقُ الرَّسُولِ، بَلْ ذَلِكَ بِالْآيَاتِ وَالْبَرَاهِينِ الدَّالَّةِ عَلَى صِدْقِهِ، فَعُلِمَ أَنَّ جَمِيعَ الْمَعْقُولَاتِ لَيْسَتْ أَصْلًا لِلنَّقْلِ لَا بِمَعْنَى تَوَقُّفِ الْعِلْمِ بِالسَّمْعِ عَلَيْهَا ; لَا سِيَّمَا وَأَكْثَرُ مُتَكَلِّمِي أَهْلِ الْإِثْبَاتِ كَالْأَشْعَرِيِّ فِي أَحَدِ قَوْلَيْهِ، وَأَكْثَرُ أَصْحَابِهِ يَقُولُونَ: إِنَّ الْعِلْمَ بِصِدْقِ الرَّسُولِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عِنْدَ ظُهُورِ الْمُعْجِزَاتِ الْحَادِثَةِ ضَرُورِيٌّ، فَمَا يَتَوَقَّفُ عَلَيْهِ الْعِلْمُ بِصِدْقِ الرَّسُولِ مِنَ الْعِلْمِ الْعَقْلِيِّ سَهْلٌ يَسِيرٌ، مَعَ أَنَّ الْعِلْمَ بِصِدْقِهِ لَهُ طُرُقٌ كَثِيرَةٌ مُتَنَوِّعَةٌ، وَحِينَئِذٍ فَإِذَا كَانَ الْمُعَارِضُ لِلسَّمْعِ مِنَ الْمَعْقُولَاتِ مَا لَا يَتَوَقَّفُ الْعِلْمُ بِصِحَّةِ السَّمْعِ عَلَيْهِ، لَمْ يَكُنِ الْقَدْحُ فِيهِ قَدْحًا فِي أَصْلِ السَّمْعِ، وَهَذَا بِحَمْدِ اللَّهِ بَيِّنٌ وَاضِحٌ، وَلَيْسَ الْقَدْحُ فِي بَعْضِ الْعَقْلِيَّاتِ قَدْحًا فِي جَمِيعِهَا، كَمَا أَنَّهُ لَيْسَ الْقَدْحُ فِي بَعْضِ السَّمْعِيَّاتِ قَدْحًا فِي جَمِيعِهَا، فَلَا يَلْزَمُ مِنْ صِحَّةِ الْمَعْقُولَاتِ الَّتِي تُبْنَى عَلَيْهَا مَعْرِفَتُنَا بِالسَّمْعِ صِحَّةُ غَيْرِهَا مِنَ الْمَعْقُولَاتِ، وَلَا مِنْ فَسَادِ هَذِهِ فَسَادُ تِلْكَ، فَلَا يَلْزَمُ مِنْ تَقْدِيمِ السَّمْعِ عَلَى مَا يُقَالُ: إِنَّهُ مَعْقُولٌ فِي الْجُمْلَةِ الْقَدْحُ فِي أَصْلِهِ.
“Akıl yoluyla bilinen herşey naklin temelini ve onun sıhhatinin delilini teşkil etmez. Zira akıl yoluyla elde edilen bilgiler sınırlandırılmayacak kadar çoktur. Naklin sıhhatine dair bilgi ise nihayetinde kendisi vasıtasıyla Rasul (sallallahu aleyhi ve sellem)’in doğruluğunun bilineceği akli esaslara bağlıdır. Bütün akli ilimler ise kendisi vasıtasıyla Rasul (sallallahu aleyhi ve sellem)’in doğruluğunun bilineceği cinsten değildir. Bilakis bu, Rasul (sallallahu aleyhi ve sellem)’in doğruluğuna delil teşkil eden ayetler ve deliller yoluyla olur. Durum böyle olunca ma’kulat yani akli esasların hepsi nakli bilmenin ona bağlı olması manasında nakil için bir temel teşkil ediyor olmaz. Bilhassa da isbat ehli kelamcıların çoğu –- (kendisine nisbet edilen) bir kavlinde- Eşari ve ashabının çoğunluğu gibi ‘mucizelerin gerçekleşmesi esnasında Rasul’ün doğruluğuna dair oluşan bilgi zaruridir (kesindir)’ dedikleri halde…Rasul’ün doğruluğuna dair bilginin kendisine bağlı olduğu akli bilgiler çok azdır. Bununla beraber Rasül’ün doğruluğuna dair bilgi elde etmenin çok çeşitli yolları vardır. İşte o zaman, naklin sıhhatine dair bilginin kendisine dayanmadığı akli esaslar nakle muhalif olduğunda onları eleştirmek naklin esasını eleştirmek olarak görülemez. Allaha hamdolsun bu, yeterince açıktır. Bazı akli esasları eleştirmek hepsini eleştirmek manasına gelmeyeceği gibi, bazı nakli hususları eleştirmek de hepsini eleştirmek manasına gelmez. Aynı şekilde nakli bilmemize yarayan bazı akli esasların doğru olması, diğer bütün akli esasların doğru olmasını da gerektirmez. Keza bazı akli esasların bozuk olması, diğerlerinin bozuk olmasını gerektirmez. Böylece naklin öne alınması, kendisine akli esaslar denilen şeylerin bütünüyle eleştirilmesini gerektirmemektedir.” (Muhtasar’us Savaik, sf 110; ayrıca bkz. İbn Teymiyye, Der’u Tearuz’il Akli ve’n Nakl, 1/89-91)
Görüldüğü gibi, din akıl yoluyla anlaşılacağı ve yine akıl yoluyla delillendirileceği için akılla nakil çeliştiğinde aklı öne almamak, akla dil uzatmak manasına gelir ve bu da akıl yoluyla bilinen dinin kendisine de zarar verir şeklindeki bir önerme, içi boş bir demagojiden ibarettir. Çünkü Rasul (sallallahu aleyhi ve sellem)’in doğruluğunu bilmenin tek yolu akıl değildir. Rasullerin gösterdiği mucizeler bu yollardan birisidir ve mucize, akli bir delil olmaktan ziyade daha çok hissi bir delildir. Keza Rum kralı Hirakl, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in doğruluğuna akli çıkarımlarla değil onun ahlakından, vasıflarından yola çıkarak ve bunları İncil’de zikredilen vasıflarla karşılaştırarak yani nakil yoluyla ulaşmıştı. Birçokları ise Onun üstün ahlakından dolayı bu kanaate varmışlardı. Akli yollarla dahi bu neticeye ulaşsalar İbn’ul Kayyim’in işaret ettiği gibi akli delillerin bir kısmını iptal etmek, hele ki kelamcıların kullandığı, belki birçoğu da zaaf içeren birtakım delillendirme metodlarını reddetmek, akli delillerinin hepsini, bilhassa da Kuranda zikredilen tevhide dair delillendirme yöntemlerini iptal etmeyi gerektirmez.
Razi, başka bir yerde de şöyle demektedir:
الْمَسْأَلَة الْعَاشِرَة قيل الدَّلَائِل النقلية لَا تفِيد الْيَقِين
لِأَنَّهَا مَبْنِيَّة على نقل اللُّغَات وَنقل النَّحْو والتصريف وَعدم الِاشْتِرَاك وَعدم الْمجَاز وَعدم الْإِضْمَار وَعدم النَّقْل وَعدم التَّقْدِيم وَالتَّأْخِير وَعدم التَّخْصِيص وَعدم النّسخ وَعدم الْمعَارض الْعقلِيّ وَعدم هَذِه الْأَشْيَاء مظنون لَا مَعْلُوم وَالْمَوْقُوف على المظنون مظنون وَإِنَّمَا ثَبت هَذَا ظهر أَن الدَّلَائِل النقلية ظنية وَأَن الْعَقْلِيَّة قَطْعِيَّة وَالظَّن لَا يُعَارض الْقطع
10. mesele: Nakli deliller, yakin (kesin bilgi) ifade etmez, denilmiştir. Zira, bunun yakin ifade etmesi (sözkonusu deliller hakkındaki) lügat bilgisinin nakledilmesine ve de nahiv ve sarf bilgisinin nakledilmesine bağlı olduğu gibi iştirak (aynı kelimenin farklı manalar için kullanılması) olmaması, mecaz (zahiri manasından farklı anlamda kullanılması) olmaması, izmar (ifadede gizlenen bazı hususların olması) olmaması, tahsis (genel ifadenin özelleştirilmesi, içinden bazı şeylerin istisna edilmesi) olmaması, nesh (hükmün kaldırılması) olmaması, bu hükmün akli bir muarızının olmaması gibi şartlara bağlıdır. Bu şeylerin olmaması ise zanna dayalı bir şeydir ve bilinmemektedir. Zanna dayalı bir şeye dayalı olan şey ise kendisi zanna dayalı sayılır. Bu husus sabit olunca, nakli delillerin zanni olduğu ve akli olanların ise kat’i olduğu ortaya çıkmaktadır. Zann ise kat’i olana zıt olamaz.
(Mealimu Usul’id Din, sf 22 ayrıca benzer bir sözü için Mefatih’ul Gayb, 2/298; Tefsirinde Bakara: 7. Ayetin izahı sadedinde)
Teftezani de “Şerh’ul Mekasid” adlı eserinde şöyle demektedir:
ولا خفاء في إفادة النقلي الظن “Nakli delillerin zan ifade ettiğii hususunda bir kapalılık yoktur.”
Ardından bu ifadeyi aynı Razi’nin usulüyle şerh etmekte ve şeri delillerin zan ifade etmesine onun getirdiği bahaneleri getirmektedir. (Şerh’ul Mekasid, sf 53 ve devamı)
İbn’ul Kayyim (rh.a) “es-Savaik’ul Mursele” adlı eserinde bu şüpheyi “Batıl Tevil ehlinin kendisi vasıtasıyla dinin bağlarını çözdükleri ve Kur’an’ın hürmetini çiğnedikleri ve de imanın alametlerini mahvettikleri” tağutlardan birinci tağut olarak zikretmiştir. Ardından bu şüpheye yaklaşık 160 sayfa boyunca 73 vecihten cevap vermiştir. (age 2/633-793) Bunlardan sadece bir tanesini zikretmekle yetiniyoruz:
إن قول القائل الدليل اللفظي لا يفيد اليقين إلا عند أمور عشرة نفي عام وقضية سالبة كلية فإن أراد قائلها أن أحدا من الناس لا يعلم مراد متكلم ما يقينا إلا عند هذه الأمور العشرة فكذب ظاهر وإن أراد به أنه لا يعلم أحد المراد بألفاظ القرآن والسنة إلا عند هذه الأمور ففرية ظاهرة أيضا فإن الصحابة كلهم من أولهم إلى آخرهم والتابعين كلهم وأئمة الفقه كلهم وأئمة التفسير كلهم لم يتوقف علمهم بمراد الرسول على هذه الأمور بل لم يخطر ببالهم ولم يذكرها أحد منهم في كلامه.
“Lafzi deliller on tane husus gerçekleşmeden yakin (kesin bilgi) ifade etmez, diyen kimsenin sözüne gelince; bu genel bir nefiy ve külli bir olumsuz önermedir. Eğer bunu diyen kişi, insanlardan birisi, konuşan herhangi bir kimsenin maksadını, bu on husus olmadan bilemez diyorsa bu açık bir yalandır. Eğer bununla, Kuran ve sünnetin lafızlarını bu on husus gerçekleşmeden bilemeyeceğini kasdediyorsa bu da yine açık bir iftiradır. Başından sonuna kadar bütün sahabenin ve bütün tabiinin, bütün fıkıh imamlarının, bütün tefsir imamlarının Rasul (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ne kasdettiğine dair ilimleri bu esaslara dayanmadığı gibi, bilakis hiç birinin aklından dahi geçmediği gibi hiç biri bunları kendi sözleri arasında zikretmemiştir.” (bkz. es-Savaik’ul Mursele, 2/659-660)
İbn’ul Kayyim, bunun ardından Razi’nin yaptığı bu genellemenin batıllığına dair açıklamalarını sürdürmektedir. Bu uzun açıklamadan naklettiğimiz şu kısa bölüm dahi bu görüşün batıllığına açık bir delildir. Zira seleften hiç kimse “Kuran ve sünnet, yakin ifade etmez” deyip ondan sonra bunu da Razi’nin zikrettiği on tane gerekçeye dayandırmamıştır. Bu, tamamen Razi ve emsalinin uydurduğu muhdes ve batıl bir teoriden ibarettir. Amacı da nassları devre dışı bırakıp akli esaslar adını verdikleri hurafelerini esas yapmaktır. Üstelik Razi bunu derken öyle bir genelleme yapmıştır ki bunlar, sadece Kuran ve sünnet lafızlarında değil, bütün lafızlarda var olan şeylerdir. İnsanlar arası konuşmalarda da mecaz, tahsis vb ihtimaller mevcuttur. Buna göre hiçbir kimsenin hiçbir sözü delil teşkil etmez. Böylece insanlar arası bütün şahitlikler, mahkemeler, bilgi birikimleri vs hepsi boş olmaktadır ve her şeye şüpheyle yaklaşılması gerekmektedir. Bu kadarı eski Yunan’daki sofestai denilen safsatacı filozofların ve septik denilen şüpheci düşünürlerin bile aklına gelmiş midir bilmem! Razi, bunları insanların sözleri için değil de sadece Allah ve Rasülünün sözleri için geçerli kabul ediyorsa, zaten bu saçmalığın iyice zirvesine ulaşmak olur ve bu on hususu insanların değil de sadece Şari’nin kelamına tahsis etmenin dayanabileceği hiçbir akli ve nakli delil de bulunmamaktadır. Ayrıca İbn’ul Kayyim’in de işaret ettiği gibi bu, selefin uygulamasına ve ümmetin tatbikatına da zıttır, zira bütün ümmet nassların yakin ifade ettiğine inanmış ve gerek itikadi gerekse ameli konularda bunu esas alarak hareket etmiştir.
Son olarak müteahhir dönemdeki Eşari kelamcılardan birisi olan Senusi (v. 885), “Şerh’ul Kubra” adlı eserinde (sf 502) şöyle demektedir:
وأما من زعم أن الطريق بدأ إلى معرفة الحق الكتاب والسنة ويحرم ما سواهما فالرد عليه أن حجتيهما لا تعرف إلا بالنظر العقلي، وأيضا فقد وقعت فيهما ظواهر من اعتقدها على ظاهرها كفر عند جماعة وابتدع.
“Hakkı bilmeye giden yolun ancak Kitap ve sünnetten geçtiğini ve bu ikisi dışındakilerin haram olduğunu ileri sürenlere gelince; ona şöyle reddiye verilir: Bu ikisinin delil oluşu ancak akli araştırma yoluyla tesbit edilebilir. Ayrıca bu ikisinde, zahirine itikad eden kimsenin cemaat nezdinde kafir olup bidata sapacağı meseleler mevcuttur!”
Yine şöyle demektedir:
"أصول الكفر ستة. . . " ذكر خمسة ثم قال:
"سادسا: التمسك في أصول العقائد بمجرد ظواهر الكتاب والسنة من غير عرضها على البراهين العقلية والقواطع الشرعية".
“Küfrün esasları altı tanedir”
Bunlardan beş tanesini saydıktan sonra son esas olarak şunu zikretmektedir:
“Altıncısı: Akaid esasları hususunda Akli delillere ve şeriatın kat’i esaslarına arzetmeksizin Kitap ve Sünnetin zahirlerine yapışmaktır.”
Böylece Senusi, şeriatın delil oluşunu akla bağlı kılmakta ve ardından Kitap ve sünnetin zahirine bağlı kalmanın küfre sebebiyet verebileceğini, hatta küfrün en yaygın sebeblerinden birisi olduğunu ileri sürmektedir. Çünkü kelamcıların mantığına göre Kuran ve sünnetteki sıfat naslarının birçoğu zahirde teşbih yani küfür içermektedir. Zaten bu nassları tevil etme ihtiyacını bundan dolayı hissetmektedirler. Senusi’nin dediği gibi onlar bu tarz nassları önce akla, sonra şeriatın genel kaideleri adını verdikleri esasında şeriattan istidlal ettikleri bazı fasit esaslara arzetmekte, bunlara uygun olmadığını gördüklerini tevil etmektedirler. Mesela Allahu Teala’nın uluvv cihetinde olduğunu ifade eden nassları akla arzederler, akıl adını verdikleri Yunan safsataları onlara cihetin ancak cisimler hakkında geçerli olduğunu, Allahu Teala’nın ise cisim olmaktan münezzeh olduğunu söyler. Sonra şeriatın kaidelerine kendi hevalarına göre arzederler. Şeriat onlara Allah’ın mahlukatına benzemediğini söyler. Bu doğrudur, ancak Allahu teala’nın bu alemin dışında ve üstünde bir yönde olmasının mahlukata benzeme anlamına geleceğini ise ancak kendi fasit akıllarıyla çıkartmışlardır. Uluvv yani alemin üstünde olmanın teşbih anlamına geleceğine dair tutarlı bir akli ve nakli bir delilleri ise yoktur.
İşte, kelamcıların nasıl da aklı naklin önüne geçirdiklerine dair belli başlı misaller bunlardır. Onların avam tabakasının çoğu bunları bilmez, hatta birçoğunun bu konuda Ehli sünnete yakın sözler söyledikleri ve aklın nakle tabi olduğunu ifade ettikleri görülür. Bunları ancak onların kelam kitaplarıyla meşgul olan kimseler bilir ve anlarlar. Avama ise bunlar arzedildiğinde belki birçoğu inkar ederler. Bundan dolayı akıl-nakil ilişkisi konusunda öncelikle Ehli sünnetin görüşünü iyice anlayıp buna davet etmek, ondan sonra da Eşarilerin bu husustaki sapıklıklarını toplum nezdinde deşifre etmek gerekir. İlim ehli arasındaki bu akılcı sapma, daha sonraki dönemlerde yaşanan laiklik ve modernizm gibi sapmaların temelini teşkil etmiştir. Bu akıl eksenli metodolojiye sahip olan ulemanın bu akılcılığı bir adım daha öteye taşıyan çağdaş din yorumlarına vereceği tutarlı bir cevap yoktur. O yüzden bugün –mesela- Ebubekir Sifil gibi birtakım zevatın modernist din yorumlarına karşı çıkıyor gibi görünmesinin kayda değer bir tarafı yoktur. Çünkü Sifil gibi kimseler eskinin modernistleri olan kelamcıların yoluna tabi olup, akıl merkezli bir din anlayışına tabi olmuşlar ve de sıfatlar bahsi gibi çoğu itikadi meseleyi akli eksende açıklamaya çalışmışlardır. Allahın sıfatları gibi en açık bir mesele, sırf akla uymadığı gerekçesiyle birbirinden fasit tevillerle izah edilebildikten sonra artık diğer meselelerin de bu şekilde yorumlanmasına fazla bir mani kalmaz. Birisi de çıkar Kuran kıssalarını akla göre izah etmeye çalışır, bir diğeri şeriattaki had cezalarını tevil etmeye kalkar ve sizin bunlara verebileceğiniz kayda değer bir cevap da olmaz! Yani tevil kapısı bir kere açıldıktan sonra sen Allah’ın elinden kasıd kudrettir dersin, öteki de çıkar hırsızın elini kesmekten kasıd elini çizmek, bu adam hırsızdır diye işaret koymaktır veyahut da elini bu işten kesmek, hırsızlıktan alıkoymaktır der! Kısacası Kuran naslarının zahirlerinin bu şekilde iptal edilmesi ve akla tabi kılınması, dinin temeline vurulmuş bir darbedir ve her türlü batıla yol açabilecek bir anlayıştır. Üstelik bunun bir ölçüsü de yoktur, birilerine göre sıfat nassları akla aykırıdır, öbürüne göre Peygamberlerin mucizeleri akla aykırıdır vs. Müslümanlara düşen şey ise bütün bu sübjektif, kişiden kişiye değişen anlayışları bırakıp Müslüman ismine yaraşır şekilde vahye teslim olmak ve vahyi başka hiçbir şeye tabi kılmamaktır. Vallahu a’lem. Velhamdulillahi Rabbil alemin.
Not: Bu çalışma -eğer yaşıyorsa Rabbim kendisine hidayet etsin- Sefer Havali'nin "Menhec'ul Eşaira fi'l Akide" adlı eserinden istifade edilerek hazırlanmıştır.